13 Nisan 2012 Cuma
Bana Açılan Internet Davasındaki Gelişmeler

Şahsıma açılan internet davası benim canımı sıkmıştı ve bunu blogumda geçenlerde haber yapmıştım: http://www.alphanmanas.com/?p=1490
Davanın nedeni komikti: İnternet üzerinde yapılan araştırmada Google arama motorunda “Emin Hitay” ismi ile arama yapıldığında Alphan Manas’a ait olduğu düşünülen …. isimli internet sitesinin birinci arama sonucu olarak ortaya çıktığı bu internet sitesine girildiğinde ise Müvekkili Teknoloji Holding A.Ş.’nin internet sitesinin kopyalandığı iddia edilmektedir.”.
Ama durum bana dün gelen yeni bir dava dilekçesi ile daha da komik bir hal almış bulunuyor. Çünkü artık olay “Tespit Davası” olmaktan çıkıp “Manevi Tazminat Davası” haline dönüşmüş (Dava dilekçesinin tümü için Tıklayınız). İstenen tazminatlar çok cüzzi ama dava sonucu oluşacak kararın ülke çapında yayınlanan en yüksek trajlı üç gazeteden birinde yayınlanma isteği için söylenecek söz kalmamış.
Kapanmış bir Teknoloji Holding’in ve iştigal sahası benimle bağlantılı olmayan eski ortağımın avukatları dava dilekçesinde “Davalının buradaki amacı müvekkilerimizin ticari itibarından yararlanmaktır. Arama motorlarında bir sitenin ilk sıralarda yer alması kendiliğinden gerçekleşen bir durum değildir. Müvekkillerimizin adı yazıldığında ilk çıkan sayfalardan birinin davalıya ait site olması, davalının özel bir çabası ve davranışı sonucu gerçekleşmektedir.” demiştir. Davalının (yani benim) tek özel çabası çok çalışkan ve üretken olması. Bu da onun (yani benim) piyasada yakından tanınmasını sağlıyor. Ayrıca kapanmış olan ve şahsımdan tek bir satır bile bahsetmeyen bir Teknoloji Holding’in eski web sayfasına kişilerin benim aracılığımla ulaşmasının bana getireceği ticari itibar ne olabilir ki?
Ben olayı eski ortaklar arası yaşanan tatsızlığı ortaya koymaktan ziyade aslında Türkiye’deki Bilişim Hukuku konusunda olduğu yere çekmek istiyordum. Ne yazık ki Türkiye’de Bilişim konusunda tecrübeli avukat sayısı yok denecek kadar az. Konunun teknik yetkilileri ne diyorsa konudan bihaber avukatlarımız da onu dava dilekçesi haline getiriyorlar.
Ben eski yazımda “Benim 18 yıl “Teknoloji Holding” de ortaklık yaptığım bir insanın bana dava açması beni hem üzdü, sonra da düşündürdü. Çünkü dava konusu “Teknolojik” bir konuydu” demiştim. Yani Teknoloji ile uğraşan bir kişinin düşmeyeceği bir hataydı. Ama baktım ki eski ortağım yazımın başındaki küpürde görülen Sabah gazetesinin Magazin eki Günaydın’daki 10 Aralık 2010 tarihli haberine göre artık “Emlak Komisyonculuğu” işiyle iştigal etmeye başlamış. Kendisinin teknolojiden çok uzaklaştığı için bu hataya düştüğünü haberi görünce anladım. Birde avukatlar bu işin içine dahil olunca ortaya “Aşure” formatında bir dava çıkmış oldu.
Ortaklar ayrılırken şirketleri paylaşmıştık. Eski ortağım bana ayrılma esnasında “bugüne kadar tüm iş geliştirmeyi sen yaptın, dolayısıyla tüm bilgi birikimi sende. Ben bu yüzden Teknoloji Holding’i istiyorum” demişti. Ben de kendisine hak vermiş ve “Teknoloji Holding” ismini ona bırakmıştım.
Eski ortağımın uzun süren pazarlık ve ısrarlarla aldığı Teknoloji Holding’i 2010 yılı içinde kapayıp (Steve Jobs 1985 yılında Apple’ı terk ettikten sonraki yıllarda Apple vizyonunu kaybetmiş, ne yapacağını şaşırmıştı. Apple’ın isim değiştirmek gibi bir lüksü yoktu tabii) yerine kendi soyadını taşıyan bir şirket kurması, imzasının sadece şirketin hukuki sözleşmelerinde olduğu projeleri yeni şirketine mal etmesi beni üzmüştü. Ben de biraz da kırgınlıkla Teknoloji Holding’i sanal olarak yaşatmak için herkesin internet’de ulaştığı bilgiyi bloğumda yer vermiştim: (http://www.alphanmanas.com/?p=348) Ama anladım ki, eski ortağım hem teknolojiden hem de anlayıştan uzaklaşmış görünüyor. Nostalji de bir yere kadar. Ben mirasyedi değilim ki? Zaten mirasyedi olmanın zararlarını daha önce “Mirasyedi Olmak” adlı yazımda anlatmıştım: http://www.alphanmanas.com/?p=661. Durum böyle olunca Teknoloji Holding benim bloğumda da kapanmış oldu. Allah Rahmet Eylesin. CASE IS DISMISSED… Ama bu traji-komedi basında da yer almaktan kurtulamadı (Haber için Tıklayınız).
Kategori: Haberler -
December 13, 2010
ESL (Elektronik Raf Etiketi) Tarihi ve Türkiye’nin Mahkus Kaderi

ESL (Electronic Shelf Label – Elektronik Raf Etiketi) 2000’li yıllardan önce benim çok yakından izlediğim bir Pazar olmuştu. O zamanlar Internet yaygın olarak kullanılmadığı, dolayısıyla firma/ürün bilgileri bizlere bugünkü hızda ulaşamadığı için, fuarlar bizler için tek bilgi kaynağıydı. Ben bir fuar ve konferans kurdu olarak bu pazarı çok yakından takip ediyordum. Yıllar 1997’yi gösterirken pazardaki oyuncu sayısı hakkında çok fazla bir fikrim yoktu. O günkü bilgilerime göre İsveç’li Pricer ve İsrail’li ELDAT’ı tanıyordum. Pricer RF (Radyo Dalgaları) ile bilgi iletişimi gerçekleştirirken ELDAT ise IR (Infrared) teknolojisi ile bilgi iletişimini gerçekleştiriyordu.
İsveçli Pricer ABD’de Nasdaq’da halka açık olarak ESL (Elektronik Raf Etiketi) konusunda en başarılı olan firma oldu. 1991 yılında kuruldu ama ilk mağaza kuruluşunu 1996 yılında Metro mağazalarında yaptı: http://www.pricer.com/templates/Page.aspx?id=86. Şu ana kadar 40 ülkedeki 200 mağaza zincirinin 5,800 mağazasında 70 milyona yakın ESL kurdu ve bu sayı ile dünya pazarının %55’ine sahip oldu.
İsrail’li ELDAT 1993 yılı sonunda savunma sistemleri için iletişim teknolojileri geliştirmek için kurulmuş, daha sonra yönünü ESL (Elektronik Raf Etiketi) tasarlayıp üretmeye çevirmiş bir firmaydı. İlk mağaza kuruluşunu da 1996 yılında yapmıştı. Teknolojisinin çok kabul görmemesi, iç pazarının güçlü olmaması ve uzak pazarlara erişimde başarılı olamaması nedeniyle Nisan 2006 da $40 milyon’a Pricer tarafından satın alındı: http://www.sevanco.net/news/news_pfv.php?id=1013. Satın alınma nedeni biraz da müşterilerine Pricer’ın sahip olma isteğiydi. Böylece Pricer firması bu satın alma ile Pazar payını bir anda büyütüp satın alma ile harcadığı paranın fazlasını borsadan piyasa değerini arttırıp kazanmış oldu.
Yıllar geçtikçe tabii başka ülkelerin ve firmaların varlıklarından haberdar olduk.
Ishida firması 1998 yılında çıkardığı ürünle Japonya’daki ilk ESL (Elektronik Raf Etiketi) üreten firma oldu: http://www.ishida.com/company/history.html
Avustralya’ya gelince, ILID firması ilk test uygulamasını 1998 de 40,000 ESL (Elektronik Raf Etiketi) ile yapmıştı: http://www.hotfrog.com.au/Companies/ILID-Electronic-Shelf-Labels. Aynı firma 2009 yılında $715 milyon ciro yaparken 4,200 çalışanı bulunuyor: http://www.ilid.com.au/about-us.php. İşin ilginç tarafı ise ILID sadece ESL (Elektronik Raf Etiketi) işi yapıyor. Gartner’ın 2009 yılı raporuna göre ILID, IBM ve Accenture’un arkasından Avustralya’nın en büyük ve en başarılı firması olarak gösterildi.
Kanadalı Telepanel firması 1995 yılında ESL (Elektronik Raf Etiketi) tasarlamaya karar verdiğinde Royal Bank Capital Corp. Aracılığıyla $3 milyon’luk tahvil ihraç ederek bunu başarmıştı: http://findarticles.com/p/articles/mi_m0EIN/is_1995_June_16/ai_17061152/ Şimdi Telepanel firması IBM ile işbirliği yapıyor ve IBM’in satış kanalını kullanıyor.
ABD’li ERS (Electronic Retailing Systems International, Inc.) firması (15 Temmuz 1998 yılında ilk ESL (Elektronik Raf Etiketi) satışını Stop & Shop süpermarketlerine yaparak ESL pazarına adım atmıştı: http://www.highbeam.com/doc/1G1-50168515.html
NCR, ESL (Elektronik Raf Etiketi) ürünü RealPrice’ı uzun süre destekleyerek satmaya çalışmasına rağmen istediği fiyat hedefini tutturamayınca üretimini 2008 de durdurdu.
Pazar bakıldığında ESL (Elektronik Raf Etiketi) kuruluşlarının 1997 yılından itibaren dünyada duyulduğunu görmek mümkün oldu. Ben bu pazarın çok önemli olduğuna karar vererek 1998 yılı sonundan itibaren ürün geliştirmek için çaba göstermeye başladım. Türkiye’de böyle bir tecrübe ve istek ile karşılaşamadım. Yönümü yurt dışına çevirip AMR (Uzaktan Sayaç Okuma) teknolojisini beraber geliştirdiğimiz İngiliz teknoloji ortağımız ATL’e gözümü çevirdim. AMR (Uzaktan Sayaç Okuma) ve İngiliz ATL firması ile ilgili tecrübelerimi ekteki link’de görebilirsiniz: http://www.alphanmanas.com/?s=Sayot
ATL hemen bir çalışma yapıp benimle paylaştı (Maili görmek için Tıklayınız). Fiyat ilk etapta gerçekten çok iyiydi. İki rakibin satış fiyatları çok yüksekti ama biz bir marka değildik ve Türkiye gibi Mağaza Otomasyon pazarının gelişmediği bir ülkede bulunuyorduk. Daha önemli olan kusurlarımız vardı örneğin: İş Melekleri (Melek Yatırımcılar), Risk Sermayesi ve Girişim Sermayesi yoktu. İsrail gibi savunma sanayi desteklenmiyordu. Daha da kötüsü savunma sanayi devi olan Mehmetçik Vakfı’nın sahip olduğu 4 firma, rakip oluşmasın diye küçük firmalara yaşam hakkı da tanımıyordu (sağolsunlar hala öyleler). Peki ben hangi cazibemi kullanarak fon yaratıp bu işe girebilirdim? Diyorum ya hep: “İzmir değil de Mountain View’da (Google’un merkezinin bulunduğu silikon vadisi şehirlerinden biri) doğmuş olsaydı durumum farklı olur” diye. İnanın haklıyım. Ama ülkemi artık terk etme niyetim de yok. Ya bu ülkeyi adam edeceğiz, ya da edeceğiz. Başka yolu yok.
Habertürk gazatesinde 20 Eylül 2010 da Kutlu Esendemir imzası ile yayınlanan röportajımda (Röportaj için Tıklayınız) “Türkiye katma değeri arttırmak için teknoloji devrimi yapmalı” demiştim. Çok haklıyım ve bu haklılığım da bu ülke hızla büyür (GSMH), bu büyüme yüksek cari açık ile sürdürülür, Çin gibi ülkeler yarattıkları cari fazla ile ülkelerin kendi ülkeleri dışındaki yatırım toplamının %7’sini alarak büyümeye devam ederlerse, Türkiye’nin meşhur 2023 yılı hedefi ne yazık ki “Teknoloji Sömürgesi” olmak olacaktır.
Biyodizel Geliyor Ne Yapıyoruz?
Sizlerle yakın zamanda yeni yatırmımız olan www.prolooil.com hakkında bilgi paylaşmıştım: http://www.alphanmanas.com/?p=2286 Paylaşım sonrası gerçekten çok güzel yorumlar ve eleştiriler aldım. En önemli eleştiri ise “Edible
(yani yemeklik olarak kullanılan) yağları kullanmanın bu projeyi
çevrecilikten uzaklaştırdığını ve bu yağların fiyatlarının petrol
fiyatlarından daha fazla hızla artması nedeniyle bizim uzun dönemde yara
alacağımızdı”. Hatta arkadaşım benim ileriyi gören bir kişi
olduğumu bilmesine rağmen, bu hatayı nasıl yaptığımı da sorgulamıştı. Bu
yorumu yapan arkadaşımı gerçekten kutluyorum. Çünkü kendi varsayımının
doğruluğu paralelinde çok haklı. Ama bilmediği birşey var ki, biz
üretimde kesinlikle yemeklik yağ kullanmayı planlamıyoruz. Aslında 3
tane hedef yağımız mevcut: Jatropha, Aspir ve Jojoba.
İlk 2 yağ konusunda oldukça tecrübeli olan DB Tarımsal Enerji firması
sahibi Ahmet Türkman ile iletişimim oldu. Kendisinin web sitesini de
buraya ekleyerek bilgileri paylaşmak istiyorum: http://www.dbtarimsalenerji.com.tr/YagliTohum
Yukarıda adı geçen her 3 bitki Biyodizel
üretimi için çok uygun. EPDK 2014 yılı başından itibaren Petrol Dağıtım
Firmalarına Mazota %2 nispetinde yerli üretim tohumdan mamül biyodizel
karıştırma zorunluğu getirdi. Durum böyle olunca halkımızın aklı “hemen yağ üreteyim, bildiğim yolla üreteyim”
şeklinde çalışmaya başladı. Hali hazırda Türkiye’de bitkisel sıvı yağ
üretimi iç tüketimi karşılayamamakla beraber toplam tüketim 2.4 milyon
ton/yıldır. Tüketimin 2/3 ü yani 1.6 milyon ton her yıl ithal edilmekte
ve karşılığında 3 milyar USD döviz ödenmektedir. Tarım Bakanlığı
üreticiye yağlı tohum üretimini desteklemek amacıyla yılda 1.3 milyar TL
ödemektedir. İç piyasada yağlı tohum kırma kapasitesi 2.6 milyon
ton/yıl olup kurulu kapasitenin ancak yarısı kullanılmaktadır. Bitkisel
yağ piyasasına biyodizel üretimi dolayısı ile gelecek ekstra yük 350 bin
ton/yıl olup her geçen yıl bu rakam 175,000 er ton artarak devam
edecektir. Yağlı tohum bitkileri genellikle sulu tarım yapılan alanlarda
yetişir. Türkiye’de işlenebilir toprakların ancak %10 unda sulu tarım
yapılır. Söz konusu miktarın yarısı şeker pancarı, mısır, pamuk, sebze
ve meyva tarımına ayrılmıştır. Ayçiçeği Trakya, Çukurova, Orta
Karadeniz ve az mikarda Ege bölgemizde yapılmaktadır. Kanola ise tüm
Türkiye’de rekolte 80,000 tonu aşamamaktadır. Yani durum şudur ki, eğer
Biyodizel bitkisel sıvı yağdan üretilirse durum facia olacaktır.
Kıbrıs bile bu durumun farkına varmış ve çevreci yakıt
olarak tanımlanan biyodizelin KKTC’de de üretimi için piyasa
düzenlemelerini tamamlamışlar. Biyodizel üretimine başlanması için
Başbakanlık Müsteşarlığı başkanlığında birçok daire, kuruluş ve
belediyenin temsilcilerinin katılımıyla, Tarım Bakanlığı’na bağlı
Akaryakıt Birimi tarafından hazırlanan tüzükle, ülkede yeni bir sektör
yaratılması yönündeki çalışmalar hız kazanmış. Başbakanlığa bağlı
Yatırım Geliştirme Ajansı (YAGA), Çevre Koruma Dairesi’nin yatırımcılar
için yer belirlemesinin ardından yakında yatırımcılara biyodizel üretimi
için çağrı yapacaklarmış. Hem çevre, hem de ekonomiye önemli katkılar
yapması hedeflenen biyodizel yakıt üretimi için gerekli hammadde ilk
etapta atık yağlardan sağlanacak. Ayrıca, bir sonraki ekim sezonunda,
biyodizel yakıt için çekirdekleri kullanılan yağlı bitkilerden Jojoba
ekimine başlanacakmış. AB’nin biyodizel üretimini özendiren
düzenlemelere sahip olması, üye ülkelerden 2010′dan sonra akaryakıt
tüketiminin en az en az yüzde 5.75′ini alternatif yakıtlardan karşılama
talebi ve KKTC’nin AB’ye bizden daha fazla yakın olması nedeniyle bence
Kıbrıs bu konuda çok hızlı ilerleyecektir. Kıbrıs’ın Jojoba seçimine
paralel olarak Türkiyede de bazı denemeler başlatılmış durumda.
Örneğin Denizli’de tarafından başlatılan projeyle,
Jojoba’nın tohum ıslahı çalışmalarının Ege’de ilk kez PAÜ (Pamukkale
Üniversitesi) tarafından yapılması hedeflenmişti. TÜBİTAK projesi
hazırlanarak bu bitkiden biyodizel tank yakıtı üretimi yapılacaktı. PAÜ
Fen Edebiyat Fakültesi Biyoloji Bölümü, yaklaşık 2 yıl önce, yağı, ağır
sanayi, ilaç ve kozmetik sanayisinde kullanılan, 25 metreyi bulan
kökleriyle de erozyon ve çölleşmeyle mücadeleye katkı sağlayan Jojoba
bitkisinin üretimi ve tohum ıslah çalışması için üretim merkezi
çalışması başlatmıştı. “Denizli İli Topraklarına Jojoba Bitkisi Adaptasyon Merkezi Kurma” projesi
Eylül 2009′da 125 bin TL ödenekle başladı. Daha sonra bitkinin
ekilebileceği yer arandı. Yetiştirileceği bölgenin ekonomik kalkınmasına
da faydalı olacak jojoba için Sarayköy Kaymakamlığı, köylülerin her yıl
kiralayarak ektiği 26 dönümlük tarlayı akademisyenlere tahsis etti. Jojoba Adaptasyon Merkezi
Müdürü ve Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Yeşim Kara ile
öğrencileri ilk tohumları serpti. Tarlanın etrafı ise tel örgülerle
çevrilip girişine “PAÜ Jojoba Adaptasyon Merkezi” tabelası asıldı. Büyük
umutlarla atılan tohumların 12 ila 14 ay arasında ağaç haline gelip
ürün vermesi beklenirken, köylüler büyük hayal kırıklığı yaşamış. Bir
yıl aranın ardından tarla yabani otlarla kaplanmış ve birkaç jojoba
dışında tüm bitkiler çürümüş. Ben israrla bu habere bağlı olarak
Jojoba’nın başarısızlığını ortaya koymak istemem. Ama tohumdaki yağ
oranının düşüklüğü bu yağı benim düşüncemde Türkiye için uygun olmaktan
çıkarıyor. Kaynak: http://www.denizliguncel.com/jojoba. Diğer yandan bu konuda proje geliştirmek isteyen kuruluşlardan Marmara İş Hayatı Dernekleri Federasyonu
Jojobo için bir de proje yaratıp “Proje Meydanına” koymuşlar. Bunu
yaparken Denizlide yapılan çalışmalardan haberleri yok sanırım. Çünkü
yukarıdaki haber Aralık 2011 tarihli: http://www.projemeydani.com/index.php
Aslında Jajoba yağı daha çok kozmetik sektöründe kullanılan antialerjen
bir yağdır. Akneleri giderir. Kırışıklıklarda etkilidir. Kuru ciltleri
nemlendirir. Saç kırılmasını engeller. Sivilceli ve yıpranmış ciltlere
faydalıdır. Ciltteki yanmayı ve dökülmeyi hafifletir. Sporcularda ayak
kremi olarak kullanılır. Saç şekillendiricisi olarak da kullanılabilir.
İltihaplı egzamalarda ve selülit tedavisinde kullanılır. Saça parlaklık
ve yumuşaklık verir. Kuru cildi nemlendirirken, yağlı ciltteki yağı
dengeler. Jojoba yağı, saçı düzgünleştirir. Kepek oluşumunu önler. Cilde
esneklik kazandırarak karın ve bacaktaki çatlakları önler.
Antibakteriyel, anti-inflammatory (iltihap giderici) ve anti
oksidantdır. Göz makyajı dahil olmak üzere yüzdeki makyajı kolaylıkla ve
nazikçe temizler. Doğum sonrası çatlakların önlenmesinde baz yağ olarak
tavsiye edilmektedir.
Türkiye için önemli diğer bir bitki ise Aspir (Safflower)’dir.
Aspir yağlı tohum olup %69.5 yüksek oleic asit içerir. Linoleic yağ
asit miktarı ise 21.4 tür. Aspir kıraç yerlerde sulama istemeden
kuraklığa dayanıklı 90-110 cm boyunda dikenli ve dikensiz çeşitleri
olan, ihtiva ettiği yağ miktarının yüksekliği ve küspesinin hayvan yemi
olarak kullanılması ve ziraatinin geleneksel makinalarla yapılabilmesi
üretici için bir şanstır. Ayrıca tam bir münavebe bitkisidir. Aspir
tohumu eskiden Isparta ve Beyşehir yörelerinde şeker hastası çiftçilerin
kendilerine ilaç olarak ürettikleri bir ürünmüş ve yıllık üretim
miktarı tüm Türkiye’de 30-40 tonu geçmemekteymiş. Dünya’da ABD’de ve
Meksika’da çeşitli araştırmalar sonucu yüksek verimli ve yağ miktarı %45
i aşan Aspir çeşitleri üretildi. Türkiyedeki ortalama verim dekara 180
kilo iken, Meksika’daki tohumdan dekara 600 kg. verim alınmaktadır.
ABD’de ise bu rakam dekarda 750 kg.a kadar yükselmektedir. Tükiye’de
Aspir tarımı 5 yıl evvel 300 dekardayken 2011 üretim yılında bu rakam
100,000 dekara çıkmış. Başarılı bir çalışma ile 2013 yılında verimi ve
yağ oranı yüksek bir tohumun çoğaltılmasıyla 2-3 milyon dekarda Aspir
ekilebilir. Bu durumda Türkiye Biyodizel ihtiyacının neredeyse hepsini
bu bitkinin yağından sağlayabilir.
Jojoba gibi, Türkiyeye uymayan diğer bir bitki ise
Jatropha’dır. Bu konuda 3 yıl Türkiyede farklı tohumlarla bir çalışma
yapılmasına karşın bir başarı elde edilememiş durumda. Jatropha, ağaç
ile çalı arası yeşil yapraklı 2-3 m. boylanabilen normal ömru 50 yıla
varan ve yaşadığı müddetçe meyve veren bodur bir ağaçtır. Meyvesinin
içinde bulunan 2 cm. boyundaki çekirdeğinde %35-%40 oranında yağ
bulundurur. Yağı sofralık olarak kullanılmaz. Zehirlidir ve yağı hiç bir
proses gerektirmeden bioyakıt olarak kullanılabilir olması günümüzde
Jatropha’ya “şahane bitki”
sıfatını kazandırmıştır. Ahmet Türkman Hindistan’dan getirttiği Jatropha
tohumu ile yaptığı ekimin sonuçlarını ve tecrübelerini aşağıda şu
şekilde paylaşıyor:
-
Tuzlu veya taşlı topraklar da dahil olmak üzre her türlü toprakta yetişebilmektedir. Kuraklığa dayanıklı olup çöl şartlarına dahi tolere edebilir.
-
Tropikal ılıman iklimleri sever. Ülkemizde kıyı Ege ve Kıyı Akdeniz yörelerimiz Jatropha tarımı için elverişlidir. Uzun süreli olmayan hafif dona dayaniklıdır. Yağış rejimi 200-2000 mm/yıl olan bölgelerde yetişir.
-
Fide, daldırma (çelikten üretim) ve doğrudan tohumlama suretiyle üretilir. İzmir Torbalı’da konu edilen her 3 çeşit ekim şeklide denenmiş ve başarılı olduğu görülmüştür.
-
Bitkide verimi arttırmak için 2 yıl üst üste 2 kere budama tavsiye edilir. Birinci budama ekimden 7-8 ay sonra bitki 120 cm boya eriştiği zaman yapılır ikinci budama birinci budamadan 12 ay sonra dal adedinin artmasını sağlamak amacıyla yapılır. Her budamada dalların 2/3 ü budanır. Budanan dallar çelik haline getirilir ve gübreli toprağa 20-30 cm.gömülerek 45 gün köklenmesi sağlanır ve daha sonra yerlerine ekilir.
-
Jatropha ekiminden 1 yıl sonra çiçeklenir ve meyve verir ancak birinci yıl budama yapılacağından ilerki yıllarda iyi verim almak isteyen üretici bundan vazgeçer. Jatropha 4 yaşına girdiğinde olgunluğa erişir ve verimi doruğa ulaşıp bunu 45 yıl tekrarlar.
-
Meyveler çiçek evresinden sonra yeşil erik büyüklüğüne erişir ve pempeleşerek olgunluğa ulaşır. Hasat bu dönemde elle yapılır hasatı yapılan meyvelerden çekirdekler ayrılır ve güneşte kurutulur.
-
Jatropha tarlaya 2X2mt. mesafe ile dekara 250 adet isabet edecek şekilde dikilmelidir. Tohumdan direkt ekimlerde tarla pulluk ile sürülür ve bitki çukurları hayvan gübresi ile zenginleştirilir ekim derinliği 2-3cm.dir. Genellikle her çukura 3-4 adet tohum bırakılır. Normal olarak toprak ısısının 15-16 C dereceyi bulduğu zamanlarda bitki çimlenmeyi 7-8 gün içinde yapar. Ekim tavlı toprağa yapılmalır ve 20 gün sonra eğer yağmur yağmamış ise sulanır.
-
Jatropha naylon fide torbalarında yine aynı şekilde her torbaya 3-4 adet tohum isabet edecek şekilde ekilir sera koşullarında saklanır ve 40-45 gün içinde fide kıvamına gelir toprak ısısı 15 C dereceyi bulduğunda tarladaki yerlerine alınır. Daldırmada ise çeliklerin köklenmesi beklenmelidir.
-
Orman Bakanlığımız Jatropha üretimini teşvik amacıyla girişimcilere 49 yıllığına parasız orman alanı tahsis etmektedir.
-
Jatropha meyvesini ve çekirdeğini hayvanlar ve kuşlar yemez acımsı bir tadı vardır ve zehirlidir.
-
Jatropha’nın yağı alındıktan sonra kalan küspesi azot açısından çok zengindir dolayısıyla bulunmaz bir gübredir.
-
Genelde ağaç başına verim 2kg. çekirdektir. Dekar başına verim 400-700kg.olarak hesaplanabilir.
-
Jatropha yağı hiçbir prosese ihtiyaç olmaksızın yakıt olarak kullanılır,kokusu ve dumanının olamayışı onu çevreci yakıtların başına koyar.
-
Tohumların uzun süre depolanması için nem oranının %5-%7 civarında olması önerilir.
Yukarıdaki durumu dikkate aldığımızda 3 yıl içinde
hedeflediğimiz Polyol üretimimizi gerçekleştirmek için yıllık 50,000 ton
civarındaki yağ ihtiyacımızı önce hem Fahri Başkonsolosu olduğum hem de
barter ile bir değer yaratabileceğim Kamboçya’dan Jatropha
ithal ederek karşılamayı düşünüyoruz. Kamboçya’ya satılacak ürünlerdeki
yerli katkı payı %75’in üstünde olacağı için ilk yıllarda dahi cari
açığa yol açacak önemli bir faaliyet yaratmamış olacağız. Buna paralel
olarak 2013’den itibaren sözleşmeli tarım ile Aspir bitkisini ektirmek istiyoruz. Bu durumda yurt dışında ithalat tümüyle ortadan kalkacak.
Yukarıda adı geçen 3 bitki hakkında son durumu sizlerle
paylaşmış oldum. Türkiye Biyodizel konusunda seçimini yapıp, ekimine
başlaması gerekiyor. Ama ben şimdiden biliyorum ki, gene işin kolayına
kaçıp mısır, kanola gibi bitkilerden Biyodizel üretmeye çalışıp, Türkiyenin cari açığına hiçbir katkısı olmayan bir işin peşine düşeceğiz.
Kategori: Haberler -
January 13, 2012
Kar ve Buzlanma İle Mücadelede Yapılan Yanlışlıklar
16 Ağustos 2011 tarihli “ABD Patent Dairesi İyi Çalışmıyor” (http://www.alphanmanas.com/?p=1839)
yazımda Dragons’ Den programı sayesinde (Ben, Yalçın Ayaydın, Nevzat
Aydın ve Gamze Cizreli ile beraber) yatırım yapılan Drago’da (www.drago.com.tr)
geliştirdiğimiz YEATZ De-Icing Fluid ile ilgili Bugün gazetesinden
sevgili Perihan Çakıroğlu’nun haberini de paylaşmıştım. Haberin kupürü
yukarıda. Ürünümüze Kanada’da bulunan ve dünyadaski önemli havalimanları
tarafından akredite LIMA-AMIL Anti-Icing Materials International
Labarotary’de 3 tane test uygulattık:
Bu bilgiler ışığında İstanbulda 16 Ocak 2012 de çok kısa süre yağan kar’ın yarattığı sıkıntıların nedenlerini sizlerle paylaşmak istiyorum. İstanbul Büyükşehir Belediyesi web sayfasında “Büyükşehir Kışa Hazır” diye haber yaparak aldığı önlemleri paylaştı: http://www.ibb.gov.tr/tr-TR/ Görünüşe göre yaşanan sorunlarda İstanbul Belediyesinin bir sorumluluğu yok. Çünkü sorunlar Metrobüs yollarında, E-5 ve TEM otoyollarında yaşandı. Söylediğim noktalar ise Karayolları Genel Müdürlüğü 17. Bölge’nin sorumluluk alanı içide bulunuyor: http://www.kgm.gov.tr/Sayfalar/KGM/ Anlamakta zorluk çektiğim konu 17. Bölge kar’ın hangi saatte dahi yağacağını bilmesine rağmen niye önlem almadığıydı? Eğer yollara sıvı çözücü atılmış olsaydı gazeteler sayfa sayfa kaza haberi yazmayacaklardı. Vatandaşlarımızın gece geç saatlere kalmamak için aniden toplu taşıma araçlarına, otoyol ile köprülere hücum etmeleri ve kötü hava koşulları nedeniyle arabalı vapurların da çalışmaması yaşanan sıkıntıda etkili oldu. Peki Karayolları (ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi) niye sıvı çözücü kullanmıyor? Aslında her ikisi de kullanıyor. Ama kullandıkları “Tuzlu Su”. Özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi ısrarla Tuzlu Su kullanıyor. Bunun bir yararının olmadığını benim söylemem gerekmiyor: Görünen köy kılavuz istemez misali. Karayolları Genel Müdürlüğü de “Tuzlu Su” ve zaman zaman “Üre” kullanıyor. Her iki kurum bunların dışında Potasyum-Magnezyum-Asetat veya Kalsiyum-Asetat kullanabilir ama bunlar inanılmaz pahalı. Bir de Türkiye’de şöyle bir sıkıntı var. Kış gelip havalar soğudu mu ortalıkta “sıvı çözücü satıcıları” türüyor. Bunlar o kadar anlamsız ürünler getiriyorlar ki, yola döküp, arkanızı dönüp baktığınızda dökülen ürün donuvermiş oluyor. Durum böyle olunca kurumlar da pes edip ucuz ama işe yaramayan çözümlere bağımlı kalıyorlar. Gelecek yıl Türkiye’yi bilemiyorum ama İngiltere’de tüm otoyollarda Yeatz De-Icing kullanılırken, süpermarketlerde plastik şişelerde de Yeatz De-Icing Fluid satılacak. Geçen yıl “İnovasyon” kelimesi duymaktan böğürmek gelmişti. Yazılar, konuşmalar, konferanslar, açık oturumlar. Herkes inovasyon’u tartıştı. Ben tartışmayı sevmiyorum; Yapıyorum. Konu inovasyondan açılmışken: Bitümen, poliüretan ve de-icer karşımının köprü ve otoyollarda kullanılması ile soğuk havalarda kendiliğinden buz çözücü oluşturan bir karışımın Ar-Ge’sini de bitirmek üzereyiz.
Kategori: Haberler -
January 18, 2012
|
CNBC-E’de “Finans Cafe Dünyası’ndan” Programı
Melda Yücel’in sunduğu ve Alphan Manas’ın konuk olduğu programın konusu “Yerli Otomobil ve SAAB’ın Satın Alınması”
Programda anlatmaya çalıştığım TÜSIAD Genel Kurul’u sonrasında Koç Holding Yönetim Kurulu Baskanı Mustafa Koç’un “Yerli Otomobil” konusundaki açıklamalarının arkasında bir planın olmadığı, Chrysler CEO’su Sergio Marchionne’nin Detroit’teki fuar esnasında bizim otomotiv köşe yazarı arkadaşlarımızın biraz da sıkıştırması ile ortaya çıkan birbirini takip eden açıklamalar zinciri olduğuydu.
Programda anlatmaya çalıştığım TÜSIAD Genel Kurul’u sonrasında Koç Holding Yönetim Kurulu Baskanı Mustafa Koç’un “Yerli Otomobil” konusundaki açıklamalarının arkasında bir planın olmadığı, Chrysler CEO’su Sergio Marchionne’nin Detroit’teki fuar esnasında bizim otomotiv köşe yazarı arkadaşlarımızın biraz da sıkıştırması ile ortaya çıkan birbirini takip eden açıklamalar zinciri olduğuydu.
SAAB ile ilgili dün Londra’da
SAAB’ın CEO’su Victor Muller ile görüştük. Spor Otomobil üreticisi
Spyker Cars’ın sahibi de olan Victor Muller SAAB’ı kurtarmak için
elinden geleni yapıyor. Günler geçtikçe potansiyal alıcı için şirketin
değer yaratması gittikçe zorlaşıyor. Çinli ve Hintli alıcılar için onay
süreci sorunu var. Bekleyip göreceğiz.
Kategori: Haberler,Video Podcast -
January 25, 2012
Yılın İşadamı Oldum Ama Olamadım
Bana bir tanıdığım geçen yılın Aralık ayında http://www.kimolsun.com/default.asp
diye bir sitenin “Yılın EN” lerini internet üzerinden verilen oylarla
seçtiğini söyledi. Ben de girdim ve gördüm ki önde gidiyorum. Ne kritere
bakarak oy veriliyordu, açıkçası bilemiyorum ama ipi ben göğüsledim ve “Yılın İşadamı” oldum. Bunun ilgili bana 29 Mart Perşembe 12:36’da aşağıdaki mail geldi:
————————————————————————————————————–
From: Abdullah Yaşar [mailto:iletisim@abdullahyasar.com]Sent: Thursday, March 29, 2012 12:36 PM To: ALPHAN MANAS Cc: Brightwell Info; osivasli@kimolsun.com Subject: Kimolsun.com 2011 Odulleri Daveti… Sn. Alphan MANAS; Türkiye’nin en büyük anket sitesi Kimolsun.com olarak düzenlediğimiz ‘Kimolsun.com 2011 Ödülleri’ anketlerinde ‘Yılın İşadamı’ olarak seçilmiş bulunuyorsunuz. Ödülünüzü 6 Nisan 2012 tarihinde Ramada Plaza İstanbul’da (Şişli) düzenleyeceğimiz ve AB Bakanımız Sn.Egemen Bağış’ın katılacağı ödül gecesinde takdim edeceğiz. Program akışı aşağıda yer almaktadır. Afişi ise ektedir.
Mümkün olan en kısa sürede şahsınıza ait yüksek
çözünürlüklü bir portre görselini ve kısa bir biyografinizi bizimle mail
yoluyla paylaşmanızı rica ediyoruz.
Teşekkür eder, iyi çalışmalar dileriz…Abdullah YAŞAR Kimolsun.com® 0 532 267 26 01 0 212 871 33 99 Program 19.30 – 20.30 Kokteyl 20.30 Açılış Konuşmaları Sn.Abdullah YAŞAR – Kimolsun.com DK Başkanı Sn.Egemen BAĞIŞ – Avrupa Birliği Bakanı 21.00 Ödül Seremonisi 22.00 Kapanış
Not: Kimolsun.com kuralları gereği ödül sadece sahibine
takdim edilecektir. Şayet katılamayacaksanız en kısa sürede bildirmenizi
rica ediyoruz. Tarafınıza ayrıca 5 kişilik davetiye gönderilecektir.
————————————————————————————————————–Ben yoğun mail trafiğinde cevap verene kadar, bana 30 Mart 2012 saat 9:04’de de aşağıdaki mail geldi:
————————————————————————————————————–
From: Abdullah Yaşar [mailto:iletisim@abdullahyasar.com]Sent: Friday, March 30, 2012 9:04 PM To: ALPHAN MANAS Subject: KO 2011 Odul Iptali… Sn.Alphan MANAS; Beklediğimiz zaman dilimi içersinde sizden bir yanıt gelmediği için ödülünüzü iptal ettik. Bilginize sunar, iyi çalışmalar dilerim… Abdullah Yaşar
————————————————————————————————————–
Yani anlayacağınız ben maile 1 günden daha az sürede, 20:28 saat gibi bir sürede cevap vermediğim için artık “Yılın İşadamı” olamıyorum. Bu beni inanılmaz üzdü!!!!
Bu ülkede seçme konusu gerçekten inanılmaz “hakkaniyetsiz”. “O Ses Türkiye” için de sms’i güçlü olanlar birinciyi belirlemişlerdir. Jüri üyesi olduğum NTV Türk Mucit’de
gene birinci sevgili İskender Arıoba da sms’lerle birinci seçilmişti.
Kendisi ile sıkça görüştüğüm için, sonrasında yaptığı çalışmanın
başarılı olduğunu görmüştüm.
Diğer değerlendirmelerim şöyle:
Sağlıksız geçirdiğim 2011 ve 2012 ilk çeyreğini takiben umarım sağlıklı 3 çeyrek ile başarılı bir 2012 tamamlarız.
Kategori: Haberler -
April 2, 2012
|
SKY TÜRK 360 “Business Class” Programı
Alphan Manas’ın konuk olduğu 26.03.2012 tarihli
programın konusu “İstanbul’da Deniz Taksi, Yerli Otomobil, SAAB’ın
Satışı ve Yurt Dışı Yatırımlar”
Kategori: Video Podcast -
April 5, 2012
Başkaları İçin Yaşamanın Dayanılmaz Ağırlığı
Dr. Henry Cloud ve Dr. John Townsend’in yazdığı “Sınırlar”
kitabını okuyorum. Çok yakın zamanda tandığım bir psikiyatrist’in
önerileri (bu kitap da önerilere dahil) hayatımı değiştirdi. Bugüne
kadar yaşadığım birçok sorunun arkasında aslında koymakta, uygulamakta
sıkıntı yaşadığım “Sınırlar” olduğunu farkettim.
Girişi Gülse Birsel’in Yalan Dünya dizisi ile yapmak istiyorum. Diziye başladığında almadığı eleştiri kalmamıştı. Bazı internet sitelerinin (Örneğin: http://www.gecce.com/yazi/yalan-dunya) yorumlar
bölümlerine baktığımızda durum net olarak ortaya çıkıyordu. Daha
dizinin ilk bölümü bile bitmeden yorum yapanlar, bileti kesenler vardı.
Ne mi oldu? Tabii ki kapak oldu. Acaba bu ülke bugüne kadar zekanın en ince ayrıntısına kadar kullanıldığı başka bir dizi gördü mü?
Her karakter kendi içinde müthiş olduğu gibi, Gülse Birsel’in yarattığı
eko-sistem sayesinde yarattığı karakterler de senaryoya fikir ile
destek oluyorlardır. En küçük ayrıntı bile dizide önemli. Örneğin
Nurhayat’ın ayakkabısı biraz daha yüksek topuklu ve sivri burunlu olsa,
ilgi onun kişiliğinden ziyade seksapelliğine yönelecek.
Gülse Birsel bu kadar çalışarak neyi hedefliyor? Para olmadığı kesin. Çünkü zaman ile para harcama ters orantılıdır.
Mutlaka mesleki tatmin aldığı doğru. Halkı mutlu etmeye mi çalışıyor?
Onda da başarılı. Örneğin ben çok mutluyum. Cuma akşamları diziyi
kaçırmak istemiyorum. Ama bunda bir sınır olması gerekmiyor mu sizce?
Yani bu insan bu yoğun tempoda kendi hayatını ne kadar yaşayabilir ki?
Bunu merak edeneniniz sanırım çıkmıştır. Bence Gülse Birsel zamanının
sınırsız olduğunu düşündüğü için artık “Sınır”
sorununda son noktadadır. Kendisini sadece örnekledim. Bu söylediklerim
onun için hiçbir şey de ifade etmeyebilir. Eşi Murat Birsel arkadaşım
olduğu için de açıkçası alınmasını da istemem.
Kitaba dönüp, alıntılarla iş yaşamımda “Sınırlar” konusunda
yaşadıklarımı listelersem. Bugüne kadar anladıklarım aşağıdaki gibiydi:
Bu kitapta kişiler 4’e bölümde inceleniyor:
Ben 18 yıl boyunca aslında Yönlendirici Denetleyici
(sayfa 58) birisi ile ortaklık yaptığımı şimdi anlıyorum. Başkalarının
sınırlarından dışarı çıkmaya ikna etmeye, yani evet dedirtmeye
çalıştıkları; istediklerini elde etmek için koşulları dolaylı olarak
manipüle ettikleri; kendi yüklerini taşımaları için başkalarını
kandırdıkları; kendilerini suçlu hissetmelerini sağlayacak ifadeler
kullandıkları bu kişilerin özellikleri arasında olduğu görülüyor. Sahte eğilimlerin kural koymadaki sorunlar arasında olduğu dikkatimi çekti. Özellikle Suçluluk Duygusu ve Geri Ödeme
benim için kaçınılmaz son olmuştu. Eğer karşı taraf devamlı olarak
karşısındakine suçluluk duygusu yaşatırsa, siz de sürekli olarak onu
mutlu etmek için elinizden geleni yaparsınız. Kendinizden önce karşı
tarafın mutluluğu ön plana çıkar.
Teknoloji Holding’deki ortaklığımda benim için ortağım benden daha önemliydi. Sanki kendimi kanıtlarcasına çalışıyordum. “O aslında benim yarattığım işleri benden daha çok bile hakkediyordu!!!” Eski ortağım ayrılma esnasında “bugüne kadar tüm iş geliştirmeyi sen yaptın, dolayısıyla tüm bilgi birikimi sende. Ben bu yüzden Teknoloji Holding’i istiyorum”
demişti. Ben kendisine hak vermiştim. Universal Kredi Kartları A.Ş.’yi
TMSF’den çok net olarak itiraz etmeme rağmen onu kırmamak adına satın
almıştık. Onun da getireceği işler olmalıydı ve olacak bir başarı onun
kendine olan güvenini arttıracak, o mutlu olacaktı. Şimdi ayrılma
esnasında benim normal olarak “bu şirketi sen aldırdın ve ısrar ettin, senden kalması normaldir” demem gerekirken, dünyada görülmemiş bir şekilde “Açık Eksiltme”
ile şirket ona kaldı. Yani üstüne para ödedim ve Bilyoner’i aynı gün
ona satarken bu rakamı da hesaptan düştük (Sözleşme örneği için tıklayınız).
Nasıl yani demeyin? Universal Kredi Kartları karşı tarafa en fazla para
verende değil, en fazla para alanda kaldı çünkü şirket daimi olarak
zarardaydı.
İş yaşamımdan verdiğim örneklere bir tane daha eklemek
istiyorum. Gençler biz girişimcileri rol model olarak alıyorlar ve bu
yüzden bizlerle zaman geçirip, onlara yol göstermemizi istiyorlar. TOBB Genç Girişimciler Üst Kurulu üyesi olarak 45 üye arasında en fazla konferans veren benim. Bu benim en başarılı “Girişimci” olduğumu göstermiyor. Benim “Hayır”
diyemediğimi gösteriyor. Son anlarda kurtarıcı olarak arandığımı
biliyorum. Akşamüstü saat 17:00′de sabah 9:00′da jüri üyesi oluverdiğim
günler gibi. Öğrenciler bana yazıp, üniversitelerine davet ettiklerinde
onları kıramıyorum. Ama artık bu şekilde devam etmem zor. Ne yazık ki
zaten sağlık durumum nedeniyle yıl sonuna kadar lise ve üniversite
konferanslarımı durdurdum. Ama gelecek yıldan itibaren daha yararlı
olabileceğim başka bir yönteme geçmeyi planlıyorum. Beni rol model alan
öğrencilere “başarı/başarısızlık hikayeleri” yerine daha farklı bakış akışı kazandıracak hikayeler anlatmak istiyorum. “Sınırlar” konusu bile kendi başına bir konu. Hatta kendi çocuklarım için bu konuda çalışmaya başladım bile.
Kategori: Haberler -
April 9, 2012
|
HAFTANIN SÖZÜ
- HAFTANIN SÖZÜ
İdealist insan kısa vadenin önemli olmadığına
inanır. Alaycı insan uzun vadenin anlam taşımadığına inanır. Realist
insan ise kısa vadede yapılanların ya da yapılmayanların uzun vadeli
sonuçlar doğuracağına inanır.
SYDNEY J. HARRIS
SYDNEY J. HARRIS
Olimpiyatlar’da Başarının Sırrı
![]() Uzun vadeli plan yapma yetisi olmayan ülkemiz, Olimpiyatlar’da başarıyı nasıl yakalayabilir? İçinde bulunduğumuz kriz ile birçok balon patladı. Bunlardan biri gayrimenkul balonuydu. Türkiye’nin önünde bu konudaki en önemli fırsat bundan sonra gayrimenkul fiyatlarında önemli bir düzeltme yaşanacak olmasıdır. Bu düzeltmenin yaşamımıza çok pozitif etkisi olabilir. Özellikle servis sektöründe en büyük maliyet kiradır. ABD ve Türkiye’deki PPP (Satın Alma Paritesi) karşılaştırıldığında aradaki en az 4 misli ABD lehine olan farka rağmen İstanbuldaki birçok restaurant New York Manhattan’daki restaurant’tan pahalıdır. Benim anlayamadığım ama değerli halkımızın ısrarla inandığı açıklamaları dikkate almazsak, en önemli açıklaması kiradır (hava paraları, akıl almaz dekorasyon maliyetleri ve modası hızlı tüketildiği için kısa yaşam süresi de bindirilmiş haliyle). Bugün AVM’lerin yaşadığı sorun da budur. Türkiye de konfeksiyon ürünleri çok pahalıya satılmaktadır. İthal ürünler için vergiler yüzünden bu durum anlaşılabilir ama yerli üretim için en önemli neden mağaza ve dükkan kira fiyatlarıdır. Artık sezon ortasında %70 indirim yapmak yerine ucuz mal satmak kaçınılmaz bir strateji olacaktır. Gelecek sezon halkımız şaşıracaktır: “Nasıl yani bu kadar ucuza takım elbise oluyormuymuş?” diye. Amerika’da gayrimenkul konusu raydan çıkmadan önce giden Türklerin ağzında hep aynı karşılaştırma vardı: “ABD de evler daha ucuz”. Bunun İstanbul’un taşının ve toprağının altın olmasından kaynaklanmayacağına göre yaratılan bu hava ile herkes gaza gelip akılalmaz fiyatların içinde kendini buldu. Bağdat caddesi AVM’ler prim yapmadan önce pompalandı, şimdi de hızla kan kaybedecek şekilde bombalanıyor. Zamanında inanılmaz hava paralarının döndüğü bu bölge artık pastane, kahveci ve çaycılarla nasıl bir ekosistem oluşturabilir ki? (devamı…)
Kategori: BusinessWeek Yazıları -
January 26, 2009
|
Enerji Yakınımızda
Dünyayı
Kurtaran Adamın Oğlu filmi ile uzaya ikinci kez giden Türkler, son
dönemde sonsuz enerjiye oldukça takmış durumdalar. Buna artık işin
kolayına kaçmak mı? Yoksa alınmış milyonlarca patenti göz ardı edip
imkânsızı başarma duygusu mu? desek de ortada bir gerçek var. Biz
Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu filminde kullandığımız uzay gemilerini
tasarlarken “Antimadde” kullanacaklarını varsaydık. İTÜ’deki değerli
hocalarımıza danışıp Ulubatlı ve Zaldabar’ın atmosfer içi ve uzaydaki
uçuşları konusunda teknik öneriler aldık. Anti-madde, 1960′lı yılların
en güzel dizilerinden biri olan Uzay Yolu’nun Atılgan amiral gemisinde
kullanılan yakıttı. 1920′li yıllarda İngiliz fizikçisi Paul Dirac,
Einstein’ın özel görelilik teorisi ile Kuantum Fiziği’ni biraraya
getirerek “Antimadde” fikrinin doğmasını sağladı. “Özel Görelilik
Teorisi” cisimlerin ışık hızına yaklaştığı durumları incelerken,
“Kuantum Teorisi” ise parçaların küçük ölçekteki davranışlarını
inceliyor. Diracnteorisinde, elektronla aynı ağırlıkta fakat zıt yükte
parçacıcığın gerektiğini vurguluyordu. Bugüne gelindiğinde,
bilimadamları artık her maddenin bir antimaddesi olması gerektiğini
biliyorlar. Yani proton’a karşı anti-proton, nötrona karşı anti-nötron
var. Antimadde birbirine tahammülü olmayan ve biri diğerininin akisine
davranan iki maddenin biraraya gelmesi sonucu ortaya şiddetli bir “Gama
Işıması” çıkması ve her ikisi de yok oluyor. Antimadde aslında belirli
formlarda günlük yaşamımızda kullanılıyor. Örneğin tıpta PET (Pozitron
Salma Tomogrofisi) taraması, beyin ve kalp foksiyonlarının saptanmasında
kullanılıyor.
Bir kg benzin yanarak 9.1 milyon jul enerji açığa çıkıyor. Nükleer enerji üretimnde ise 1 kg uranyum füzyonla 82 milyon jul jul enerji açığa çıkıyor. Antimadde de ise 1 kg protonun antiproton ile reaksiyonu sonucu 9 milyar jul enerji açığa çıkıyor. Bugün antimaddenin üretilmesi için gereken enerji, oluşacak enerjiden daha fazla olduğu için daha beklemek zorundayız.
Nükleer füzyon geleceğin ideal temiz enerji kaynağı olabilir. Çin de geçen aylarda başlatılan projede süper iletken mıknatıslar kullanılıyor. Bu mıknatıslarda ülkemizde bolca bulunan BOR bileşiği kullanılıyor. Amaç bu süper iletken mıknatıslarla yapılacak reaktörün merkezindeki sıcak plazma gazını hareket ettirmek. Bu mıknatıslar teoride ısınmadığından reaktörün ömrü uzayacak. Asıl büyük çalışma Fransa’nın güneyinde Cadarache’de devam ediyor.
Füzyon yöntemi ile deniz suyunda bulunan döteriyum ve tritiyum gibi hidrojen izotoplarının güneşte olduğu gibi birleştirilmesi sonucu, yüksek miktarda enerji elde ediliyor. Bu yöntemle halihazırda dünyadaki diğer nükleer reaktörlere nazaran radyoaktif atığın az olacağı ve tepkimeye girecek bir kilogramlık yakıtın, 10 milyon kilogram fosil yakıt kadar çok enerji yaratabileceği düşünülüyor. Asıl sorun atomları birleştirebilecek kadar yüksek enerji (100 milyon derece) ve basıncın yaratılması ve bunun uzun süre devam ettirilmesi.
Füzyon yöntemi ile elektrik enerjisi üretmek için görüldüğü kadarıyla 30-40 yıla ihtiyaç var. Ama nasıl Güneş 100 Milyar yıl daha ışık verecek enerjiye sahipse dünyada da neredeyse sonsuz enerji elde etme şansı var. Buradaki sorun elde edilen elektriğin dünyanın her yerine iletilmesi. Çünkü bir yandan da elektriğin merkezi olarak üretilmesinden uzaklaşacak ve güvenliği ön plana çıkarak tezler oluşturuluyor.
Öncelikle “sonsuz enerji üretme” konusunda dünyanın gündemine bu sıralar giren bir firma var. İrlanda merkezli teknoloji enstitüsü Steorn Termonidamik teorisini by-pass ederek 2003 yılında başlayan bir araştırmanın sonucunda mıknatıslar tarafından oluşturulan manyetik alanların birbiriyle etkileşimi sayesinde çok büyük bir rüyayı hayata geçirdiklerini duyurdu.
Dünya yapar da biz yapmazmıyız demeyin: “Sonsuz dönme ve enerji üretme” prensibini yakın zamanda basından izledik. Türkiye’nin en önemli döviz harcaması enerji ithalât kalemi olduğuna ve biz Türklerin genlerimize işlemiş sabırsızca sonuca ulaşma hırsından dolayı bu tip projeler daimi olacaktır. Şu an gündemde olan şirketin yanında pazarlama harcaması yapamayan küçük firmaların da yerel gazetelerde aynı zaman diliminde yer aldığını hatırlatmak isterim. “Dönergeç” yöntemi ile bundan 2 yıl önce tanıştım. Devamlı takip edildiğini, dünya enerji devlerinin kendisini yok edeceğini düşünen bir girişimcinin bana getirdiği proje aslında bugün açıklanan yöntemden çok farklı değil. Biz önce bunun gerçek olamayacağını düşündük ve bir Üniversite’de simülasyon testleri yaptırdık. Simülasyon da sistem çok düşük bir başlangıç enerjisi ile sonsuz enerji üretiyordu. Bunu başarmıştık. Peki neden piyasaya bunu duyuramadık? Çünkü sistem inanılmaz bir sürtünme yaratıyordu ve bu sürtünmeye titanyum bile 3 dakika dayanabiliyordu. Yazımın başında bahsettiğim nükleer füzyon yönteminde kullanılan Bor alaşımlı manyetik mıknatıslar bu sürtünmeyi azaltsa bile istenilen hızı yakalayamadığı için, projenin bugünkü malzeme teknolojileri ile gerçekleştirilme şansı kalmamıştı.
Bence enerjiyi çok uzaklarda aramayalım. Örneğin, daha yakın zamanda tanıştığımız hidrojen (bir enerji kaynağı değil, aracıdır) ve solar (güneş) da bize aslında temiz ve sürekli enerji sağlıyor. Ama Türkiye’deki yatırımcıların artık macera aramadan, bu ülkenin önümüzdeki 3 yıl içinde karşılaşacağı ciddi enerji arzı riskini karşılayacak Hidroelektrik, Doğal Gaz ve Kömür Santrali yatırımlarını biran önce yapmalarını tavsiye ediyorum.
Forbes Ocak 2007
Bir kg benzin yanarak 9.1 milyon jul enerji açığa çıkıyor. Nükleer enerji üretimnde ise 1 kg uranyum füzyonla 82 milyon jul jul enerji açığa çıkıyor. Antimadde de ise 1 kg protonun antiproton ile reaksiyonu sonucu 9 milyar jul enerji açığa çıkıyor. Bugün antimaddenin üretilmesi için gereken enerji, oluşacak enerjiden daha fazla olduğu için daha beklemek zorundayız.
Nükleer füzyon geleceğin ideal temiz enerji kaynağı olabilir. Çin de geçen aylarda başlatılan projede süper iletken mıknatıslar kullanılıyor. Bu mıknatıslarda ülkemizde bolca bulunan BOR bileşiği kullanılıyor. Amaç bu süper iletken mıknatıslarla yapılacak reaktörün merkezindeki sıcak plazma gazını hareket ettirmek. Bu mıknatıslar teoride ısınmadığından reaktörün ömrü uzayacak. Asıl büyük çalışma Fransa’nın güneyinde Cadarache’de devam ediyor.
Füzyon yöntemi ile deniz suyunda bulunan döteriyum ve tritiyum gibi hidrojen izotoplarının güneşte olduğu gibi birleştirilmesi sonucu, yüksek miktarda enerji elde ediliyor. Bu yöntemle halihazırda dünyadaki diğer nükleer reaktörlere nazaran radyoaktif atığın az olacağı ve tepkimeye girecek bir kilogramlık yakıtın, 10 milyon kilogram fosil yakıt kadar çok enerji yaratabileceği düşünülüyor. Asıl sorun atomları birleştirebilecek kadar yüksek enerji (100 milyon derece) ve basıncın yaratılması ve bunun uzun süre devam ettirilmesi.
Füzyon yöntemi ile elektrik enerjisi üretmek için görüldüğü kadarıyla 30-40 yıla ihtiyaç var. Ama nasıl Güneş 100 Milyar yıl daha ışık verecek enerjiye sahipse dünyada da neredeyse sonsuz enerji elde etme şansı var. Buradaki sorun elde edilen elektriğin dünyanın her yerine iletilmesi. Çünkü bir yandan da elektriğin merkezi olarak üretilmesinden uzaklaşacak ve güvenliği ön plana çıkarak tezler oluşturuluyor.
Öncelikle “sonsuz enerji üretme” konusunda dünyanın gündemine bu sıralar giren bir firma var. İrlanda merkezli teknoloji enstitüsü Steorn Termonidamik teorisini by-pass ederek 2003 yılında başlayan bir araştırmanın sonucunda mıknatıslar tarafından oluşturulan manyetik alanların birbiriyle etkileşimi sayesinde çok büyük bir rüyayı hayata geçirdiklerini duyurdu.
Dünya yapar da biz yapmazmıyız demeyin: “Sonsuz dönme ve enerji üretme” prensibini yakın zamanda basından izledik. Türkiye’nin en önemli döviz harcaması enerji ithalât kalemi olduğuna ve biz Türklerin genlerimize işlemiş sabırsızca sonuca ulaşma hırsından dolayı bu tip projeler daimi olacaktır. Şu an gündemde olan şirketin yanında pazarlama harcaması yapamayan küçük firmaların da yerel gazetelerde aynı zaman diliminde yer aldığını hatırlatmak isterim. “Dönergeç” yöntemi ile bundan 2 yıl önce tanıştım. Devamlı takip edildiğini, dünya enerji devlerinin kendisini yok edeceğini düşünen bir girişimcinin bana getirdiği proje aslında bugün açıklanan yöntemden çok farklı değil. Biz önce bunun gerçek olamayacağını düşündük ve bir Üniversite’de simülasyon testleri yaptırdık. Simülasyon da sistem çok düşük bir başlangıç enerjisi ile sonsuz enerji üretiyordu. Bunu başarmıştık. Peki neden piyasaya bunu duyuramadık? Çünkü sistem inanılmaz bir sürtünme yaratıyordu ve bu sürtünmeye titanyum bile 3 dakika dayanabiliyordu. Yazımın başında bahsettiğim nükleer füzyon yönteminde kullanılan Bor alaşımlı manyetik mıknatıslar bu sürtünmeyi azaltsa bile istenilen hızı yakalayamadığı için, projenin bugünkü malzeme teknolojileri ile gerçekleştirilme şansı kalmamıştı.
Bence enerjiyi çok uzaklarda aramayalım. Örneğin, daha yakın zamanda tanıştığımız hidrojen (bir enerji kaynağı değil, aracıdır) ve solar (güneş) da bize aslında temiz ve sürekli enerji sağlıyor. Ama Türkiye’deki yatırımcıların artık macera aramadan, bu ülkenin önümüzdeki 3 yıl içinde karşılaşacağı ciddi enerji arzı riskini karşılayacak Hidroelektrik, Doğal Gaz ve Kömür Santrali yatırımlarını biran önce yapmalarını tavsiye ediyorum.
Forbes Ocak 2007
Kategori: Forbes Yazıları -
February 1, 2007
Kağıttan Dijitale
Son
dönemin en moda söylemlerinden biri “Kağıtsız Ofis”,ben de bu yazımda
“kağıt” konusuna değineceğim. Öncelikle bir ofiste kağıtsız bir ortam
yaratabilmek için tüm personelin bilgisayar ekranından kendine gerekli
olan her türlü bilgiyi ve akışı, ki burada en zor olanı finansal
tablolardır, takip edebilmesi gerekir. X ve Y kuşakları diğer birçok
geçiş teknolojilerinde olduğu gibi “kağıt” konusunda da acı çekecek. Bu
kuşak doksanlı yıllarda “giden ve gelen fax” diye klâsörler yaptı.
Fax’dan aynı ofis içinde kopya alacaklara, bu kopyalar fotokopilerle
çoğaltılıp masalarına bırakıldı. Neredeyse fuarlardan alınan tüm
broşürler dolaplarda gruplandırılarak saklandı. Teklifler ıslak imzalı
ve dosyalı olarak verildi. Gazete ve dergilerden kesilen önemli haberler
A4 düz beyaz kağıtlar üzerine yapıştırıldı, haber kaynağı elle veya
diğer yöntemlerle yazıldı, dosyalandı.
İçinde bulunduğumuz dönem, kağıt tamamen ortadan kalkıncaya kadar herkese ara çözüm ürettireceği gibi kullanıcılara da acı vermeye devam edecek. Bu durum aynen önümüzdeki birkaç yılda CD’lerin tümüyle ortadan kalkıp, tüm şarkıların internet’ten indirilip, mp3 çalıcılara yükleneceğe güne kadar geçen zamanda yaşacaklarımızla paralellik sergiliyor.
HP geçiş için en önemli adımı atan firma oldu. Kağıdın hemen ortadan kalkmayacağını farkeden HP geçen yıl fiziksel dünyadaki dijital içeriğe geniş bir erişim sağlayabilen “Memory Spot-Bellek Noktası” çipini geliştirdiğini açıkladı. HP laboratuvarlarında geliştirilmiş olan deneysel çip, CMOS (düşük besleme gerilimli entegre devre tasarımı) tabanlı olup, yerleşik anteni ile bir pirinç tanesi boyutunda (2 milimetrekare ila 4 milimetrekare arasında) ya da daha küçük boyutta olacak. Bu çipler bir kağıt sayfaya yerleştirilebilmekte ya da herhangi bir yüzeye yapıştırılabilmekte ve sonuçta kendinden yapışkanlı noktalar olarak bir kitapçıkta yerini alabilmekte. Saniyede 10 megabit veri aktarım hızı bulunan (Bluetooth kablosuz teknolojiden 10 kat daha hızlı) bu çip, kullanıcılara işitsel formatta, video, fotoğraf ya da belge formatlarındaki bilgiye anında ve etkili bir biçimde erişim sağlamaktadır. Prototiplerle çalışırken 256 kilobyte’tan 4 megabyte’a değişen bir depolama kapasitesiyle, çok kısa bir video-klibi, çeşitli imgeleri ya da düzinelerce metin sayfasını depolayabilmektedir.
HP’nin en önemli planı kağıda, doğal olarak kartpostal ve fotoğraflara görsel-işitsel ek sağlamak. Kağıt halindeki bir belgeye eklenen bir Bellek Noktası çipi, ses notları ve grafiksel imgeleri olduğu gibi, metin üzerinde yapılan tüm eklemeleri ve düzeltmeleri içerebilir. Bir başka kullanım alanı ise orjinal belgeye eklenecek Bellek Noktası sayesinde fotokopi makinası sayfayı taramadan çip’deki bilgiye göre baskı alabilecek.
Xerox da kağıttan dijital ortama geçişte bir ara çözüm olan “görüntüleri yalnızca bir gün saklayan” bir yazdırma yöntemi keşfetti. Böylece, kağıt tekrar tekrar kullanılabiliyor. Hala taslak halinde olan teknoloji, yakın dönemde, atılmadan önce oldukça kısa bir süre için kullanılan basılı sayfaların yerini alabilir. Xerox ofiste basılan her beş sayfadan ikisinin, tek seferlik izleme için yazdırılan e-postalar, web sayfaları ve referans materyalleri gibi “günlük kullanım” amacıyla yazdırıldığını tahmin ediyor. Xerox, 16-24 saatte kendisini silen ve defalarca kullanılabilen “silinebilir kağıt” olarak adlandırdığı teknoloji için patent başvuruları yaptı. Xerox’daki araştırmacılar aynı zamanda, belirli bir dalgaboyundaki ışığı, yazma kaynağı olarak sunan bir ışık barı kullanarak kağıt üzerinde görüntü yaratan prototip bir “yazıcı” da geliştirdiler.
Buna karşılık kağıda dayalı sektörlerde de yaşam mücadelesi tüm hızıyla sürüyor. Öncelikle kitap boyutları büyümeye başladı. 2005 yılında ABD’de “paper-back/küçük roman” boyutu 1 cm kadar büyüdü. Yemek, gezi, mobilya, atlas gibi özel kitapların boyutları inanılmaz ölçüde büyümeye başladı. Burada amaç Internet üzerinden alınan görüntülerin basıldığı A4 ebadı kitabımsılarla ve bir kaç yıldır rakip olmaya başlayan E-Kitap ve Sesli Kitaplar’la mücadele etmek.
Şubat 2006′daki yazımda “E-Book – E-Kitap” ve “Audio Book – Sesli Kitap” tan bahsetmiş ve bu konunun hızla ivme kazandığını belirtmiştim. Yazımın üstünden tam 1 yıl geçti ve yeni çözümler artarak yaşamımızı renklendirmeye devam ediyorlar. Örneğin Las Vegas CES (Kişisel Elektronik Fuarı) 2007′de tanıtılan Playaway sesli kitapları bu defa CD temelli Sesli Kitaplara rakip oldu. Playaway fiyatları 25-50 USD arasında değişen ve her kitabın ayrı ayrı olarak sigara paketinden biraz daha boyutta “mp3 çalar” olarak satıldığı bir yöntem geliştirdi. Fiyatın yüksek olması caydırıcı olmakla beraber “Dijital Hakların Yönetimi” konusunda en güvenilir araç gibi gözüküyor.
Steve Jobs’un geri dönmesi ile birlikte Apple, digital hub (merkez) olarak yeniden konumlandı. Bu da bize Apple’ın kağıt’tan dijitale geçişteki savaşın içinde yer alan çok önemli bir oyuncu olacağını gösteriyor. Apple sunduğu iTunes podcast servisi üzerinden The Economist, CNN, NY Times, Fox Radyo gibi çeşitli dergiler, gazeteler ve radyo istasyonları yayın yapıyor. Podcasting yapan 40.000 site var, bu da tüm dünyadaki radyo sayısından misli misli fazla. Bunun yanısıra iTunes üzerinden Sesli Kitap ya da müzik, video gibi birçok içeriği satın almanız, ipod’unuza yükleyerek, “Dijital Hakların Yönetimi” konusunda da sorun yaşamadan dilediğiniz gibi kullanmanız da mümkün. Apple yeni çıkardığı iPhone’a E-Kitabı taşırmı bilinmez ama sanki ses burada daha fazla başarı elde edecekmiş gibi bir görüntü veriyor.
Kağıt’tan Digital’e geçiş sırasında yaşanan özellikle veri transferi, ekran büyüklükleri, depolama kısıtı ve kablosuz erişim ve aktarım ile ilgili sorunlar yakın gelecekte çözülecektir. Ancak bu geçiş bize veri güvenliği, kişisel mahremiyet ve telif hakkı ihlalleri gibi birçok yeni ve çözülmesi gereken konu getirecek.
Forbes Şubat 2007
İçinde bulunduğumuz dönem, kağıt tamamen ortadan kalkıncaya kadar herkese ara çözüm ürettireceği gibi kullanıcılara da acı vermeye devam edecek. Bu durum aynen önümüzdeki birkaç yılda CD’lerin tümüyle ortadan kalkıp, tüm şarkıların internet’ten indirilip, mp3 çalıcılara yükleneceğe güne kadar geçen zamanda yaşacaklarımızla paralellik sergiliyor.
HP geçiş için en önemli adımı atan firma oldu. Kağıdın hemen ortadan kalkmayacağını farkeden HP geçen yıl fiziksel dünyadaki dijital içeriğe geniş bir erişim sağlayabilen “Memory Spot-Bellek Noktası” çipini geliştirdiğini açıkladı. HP laboratuvarlarında geliştirilmiş olan deneysel çip, CMOS (düşük besleme gerilimli entegre devre tasarımı) tabanlı olup, yerleşik anteni ile bir pirinç tanesi boyutunda (2 milimetrekare ila 4 milimetrekare arasında) ya da daha küçük boyutta olacak. Bu çipler bir kağıt sayfaya yerleştirilebilmekte ya da herhangi bir yüzeye yapıştırılabilmekte ve sonuçta kendinden yapışkanlı noktalar olarak bir kitapçıkta yerini alabilmekte. Saniyede 10 megabit veri aktarım hızı bulunan (Bluetooth kablosuz teknolojiden 10 kat daha hızlı) bu çip, kullanıcılara işitsel formatta, video, fotoğraf ya da belge formatlarındaki bilgiye anında ve etkili bir biçimde erişim sağlamaktadır. Prototiplerle çalışırken 256 kilobyte’tan 4 megabyte’a değişen bir depolama kapasitesiyle, çok kısa bir video-klibi, çeşitli imgeleri ya da düzinelerce metin sayfasını depolayabilmektedir.
HP’nin en önemli planı kağıda, doğal olarak kartpostal ve fotoğraflara görsel-işitsel ek sağlamak. Kağıt halindeki bir belgeye eklenen bir Bellek Noktası çipi, ses notları ve grafiksel imgeleri olduğu gibi, metin üzerinde yapılan tüm eklemeleri ve düzeltmeleri içerebilir. Bir başka kullanım alanı ise orjinal belgeye eklenecek Bellek Noktası sayesinde fotokopi makinası sayfayı taramadan çip’deki bilgiye göre baskı alabilecek.
Xerox da kağıttan dijital ortama geçişte bir ara çözüm olan “görüntüleri yalnızca bir gün saklayan” bir yazdırma yöntemi keşfetti. Böylece, kağıt tekrar tekrar kullanılabiliyor. Hala taslak halinde olan teknoloji, yakın dönemde, atılmadan önce oldukça kısa bir süre için kullanılan basılı sayfaların yerini alabilir. Xerox ofiste basılan her beş sayfadan ikisinin, tek seferlik izleme için yazdırılan e-postalar, web sayfaları ve referans materyalleri gibi “günlük kullanım” amacıyla yazdırıldığını tahmin ediyor. Xerox, 16-24 saatte kendisini silen ve defalarca kullanılabilen “silinebilir kağıt” olarak adlandırdığı teknoloji için patent başvuruları yaptı. Xerox’daki araştırmacılar aynı zamanda, belirli bir dalgaboyundaki ışığı, yazma kaynağı olarak sunan bir ışık barı kullanarak kağıt üzerinde görüntü yaratan prototip bir “yazıcı” da geliştirdiler.
Buna karşılık kağıda dayalı sektörlerde de yaşam mücadelesi tüm hızıyla sürüyor. Öncelikle kitap boyutları büyümeye başladı. 2005 yılında ABD’de “paper-back/küçük roman” boyutu 1 cm kadar büyüdü. Yemek, gezi, mobilya, atlas gibi özel kitapların boyutları inanılmaz ölçüde büyümeye başladı. Burada amaç Internet üzerinden alınan görüntülerin basıldığı A4 ebadı kitabımsılarla ve bir kaç yıldır rakip olmaya başlayan E-Kitap ve Sesli Kitaplar’la mücadele etmek.
Şubat 2006′daki yazımda “E-Book – E-Kitap” ve “Audio Book – Sesli Kitap” tan bahsetmiş ve bu konunun hızla ivme kazandığını belirtmiştim. Yazımın üstünden tam 1 yıl geçti ve yeni çözümler artarak yaşamımızı renklendirmeye devam ediyorlar. Örneğin Las Vegas CES (Kişisel Elektronik Fuarı) 2007′de tanıtılan Playaway sesli kitapları bu defa CD temelli Sesli Kitaplara rakip oldu. Playaway fiyatları 25-50 USD arasında değişen ve her kitabın ayrı ayrı olarak sigara paketinden biraz daha boyutta “mp3 çalar” olarak satıldığı bir yöntem geliştirdi. Fiyatın yüksek olması caydırıcı olmakla beraber “Dijital Hakların Yönetimi” konusunda en güvenilir araç gibi gözüküyor.
Steve Jobs’un geri dönmesi ile birlikte Apple, digital hub (merkez) olarak yeniden konumlandı. Bu da bize Apple’ın kağıt’tan dijitale geçişteki savaşın içinde yer alan çok önemli bir oyuncu olacağını gösteriyor. Apple sunduğu iTunes podcast servisi üzerinden The Economist, CNN, NY Times, Fox Radyo gibi çeşitli dergiler, gazeteler ve radyo istasyonları yayın yapıyor. Podcasting yapan 40.000 site var, bu da tüm dünyadaki radyo sayısından misli misli fazla. Bunun yanısıra iTunes üzerinden Sesli Kitap ya da müzik, video gibi birçok içeriği satın almanız, ipod’unuza yükleyerek, “Dijital Hakların Yönetimi” konusunda da sorun yaşamadan dilediğiniz gibi kullanmanız da mümkün. Apple yeni çıkardığı iPhone’a E-Kitabı taşırmı bilinmez ama sanki ses burada daha fazla başarı elde edecekmiş gibi bir görüntü veriyor.
Kağıt’tan Digital’e geçiş sırasında yaşanan özellikle veri transferi, ekran büyüklükleri, depolama kısıtı ve kablosuz erişim ve aktarım ile ilgili sorunlar yakın gelecekte çözülecektir. Ancak bu geçiş bize veri güvenliği, kişisel mahremiyet ve telif hakkı ihlalleri gibi birçok yeni ve çözülmesi gereken konu getirecek.
Forbes Şubat 2007
Kategori: Forbes Yazıları -
March 1, 2007
Mobil Telefonlar Değişiyor
Apple,
iPhone lansmanından sonra övgüden ziyade eleştiri aldı. Steve Jobbs
gibi başarılı bir yöneticinin hata yapmasını veya başarısız olmasını
gizlice ummak insanın doğasında var ama ben Steve Jobbs’ın başarılı
olmasını gönülden arzu ediyordum. Çünkü onun “Trend Setter – Trendleri
Belirleyici” özelliği özellikle ABD gibi alışkanlıkların en önemli karar
kıstası olduğu ülkelerde bir çok pazarı bir anda canlandırabiliyor.
ABD’de alışkanlıkların en belirleyici olduğu ürünlerden biri mobil telefonlardır. ABD pazarının lideri Motorola ilk ürünlerini kapaklı olarak çıkardığı için ABD’de bu bir standart (!!!) olarak kabul edilmiş ve pazara kapaklı modeller egemen olmuştu. Bu alışkanlık hâlâ devam ediyor. Amerikalılar kapaklı Motorola’larının yanına Palm Pilot’larını alıp mobil ofislerini bu şekilde oluşturduktan sonra imdatlarına son birkaç yılda BlackBerry yetişmiştir.
Dostlarım, arkadaşlarım ve iş hayatında yakın çalıştıklarım kullandığım mobil çözümler hakkında zaman zaman benden fikir aldıkları için son dönemde farkettiğim kadarıyla seçeneklerin artmasıyla karar süreçleri uzamaya başladı. Bugün birçok kişi tüm kayıtlarını mobil telefonları üzerinde tutuyor ve sahip oldukları bir bilgisayar ile bağlantıları mevcut değil. Bakıldığında bu yöntemden oldukça memnunlar ve diğer yöntem onlar için karmaşık geliyor. Bu tip kullanıcılar iletişim aracı olarak e-mail’den ziyade sms kullanıyorlar. Fotoğraf çekmek, video kaydı yapmak, MMS göndermek gibi multimedya özelliklere de rağbet etmiyorlar. Bu tip kullanıcılar için mobil telefon marka bağımlılığı da oldukça yüksek. Onlar farklı menülerle tanışmayı pek sevmiyorlar, o yüzden kullandıkları markanın yeni çıkan modelleri onların ilgisini çekiyor. Nokia bu konuda en çok tercih edilen ama Samsung’un benzer menüsü de Samsung’a ilgiyi arttırıyor.
Diğer tür kullanıcılar ise yarı-mobil olanlar. Onlar e-mail’lerini devamlı görmek, detaylı bilgi içeren adres defterlerine (ev, iş, mobil no.lar vs.ı) sahip olmak istiyorlar ve bütün bunları bir bilgisayar ile bağlantılı senkronize etmek istiyorlar. Bu tür kullanıcılar bir başka deyimle “arada” kullanıcılar. Yani hem cep telefonunun o muhteşem kullanım kolaylığından vazgeçemiyorlar (her şeyi tek elle halletmek, araba kullanırken çok daha rahat telefon araması yapabilmek), hem de “mobil ofis” uygulamalarından da vazgeçmek istemiyorlar. Bu tür kullanıcılar ağırlıklı “Symbian” işletim sistemini kullanan mobil telefonların müdavimi.
Üçüncü tür kullanıcılar e-maillerini anında görmek, onlara hemen cevap vermek istiyorlar. Kendileri için önemli olan birçok dosyayı (word, excel, power point, pdf, wav, vs) gelen e-mail ile beraber açmak, düzeltmek, hatta yanlarında taşımak istiyorlar. Onlar için gerçek mobil ofis anlayışı, gerçek olarak “mobil ofis” de budur. Fotoğraf çeken fakat düzenli olarak saklamayan bu kullanıcılar MMS de pek yollamıyorlar. Bu tür kullanıcılar için önlerinde 2 tane işletim sistemi/ürün grubu var: Microsoft Mobile kullanan PDA’ler ve BlackBerry.
Ben Microsoft Mobile kullanıcısıyım. Bu alışkanlığı edinmemdeki en önemli faktör, özellikle Word, Excel, PowerPoint vs tipi dökümanları hem mobil telefonumda saklamayı seviyorum, hem de yeni dökümanları mobil telefonumda hazırlıyabiliyorum. Şu an i-mate JASJAM kullanıyorum ve ilk kez bu model ile tek hareketle (jog-dial) telefon araması yapabiliyorum.
ABD’nin tartışmasız lideri BlackBerry şu an için Avrupa’da da GSM operatörleri tarafından daha çok tercih ediliyor. BlackBerry’nin mesajlaşma protokolleri mobil şebekeye özel tasarlandıklarından, örneğin, 5KB bir e-mail için Microsoft Direct Push (MSFP) 12,591 byte trafik yaratırken BlackBerry sadece 3,244 byte (4 kat daha az) ile aynı e-maili taşıyabiliyor. Bu durum şebeke operatörleri açısından daha az kapasite ile aynı servisi verme, kullanıcı açısından daha az maliyetle servisi kullanma avantajı getirmekte ve doğaldır ki kullanıcı daha az pil ömrü ile aynı mail trafiğini yönetebilmektedir. BlackBerry ile yeni tanışıp, hızlı adapte olamayan bir bölüm kullanıcılar da yanlarında mutlaka basit fonksiyonlu, tercihan küçük bir mobil telefonu da eksik edemiyorlar.
Yazımın başında iPhone’dan bahsettim. iPhone, mobil telefon, mesajlaşma (e-mail+sms), iPod, ve de fotoğraf makinesi/albümü özellikleriyle pazarda çok önemli bir testi de gerçekleştiriyor. Bu test sonucunda pazar daha net şekillenecek. ABD’de operatörlerin mobil telefonları ücretsiz verdikleri göz önüne alınırsa Apple’ın Cingular ile yaptığı işbirliğinin de başarılı olmaması durumunda MVNO (Mobil Sanal Operatör) olması bile gündeme gelebilir. Steve Jobs’ın yaptığı iPhone sunumunda Apple Computer ismini de artik Apple olarak kullanmaya başlaması tüketici elektroniği pazarında birçok değişikliğin de habercisi gibi.
Kulislerde çok konuşulan bir diğer gelişme de Google’ın Orange Telecom ile yaptığı görüşmeler. Gphone muhtemelen Orange işbirliği ve HTC grup tarafından üretilecek bir PDA olacak. Gphone’un Google’ın mobil işletim sistemi ve Gmail, Google Earth gibi servisleri mobil telefon üzerine indireceği ve internete daha hızlı bağlantı sağlayacak özelliklere sahip olacağı da söyleniliyor.
Apple ve Gphone’un başarılı olmaları durumunda tek üründe birçok özelliği taşıyan mobil telefonlar pazarı ele geçirecekler. Aksi taktirde özellikler dağılacak ve birden fazla ürün olarak ceplerimize ve gelişen giysi teknolojileri ile giysilerimize entegre olmaya başlayacaklar.
Forbes Mart 2007
ABD’de alışkanlıkların en belirleyici olduğu ürünlerden biri mobil telefonlardır. ABD pazarının lideri Motorola ilk ürünlerini kapaklı olarak çıkardığı için ABD’de bu bir standart (!!!) olarak kabul edilmiş ve pazara kapaklı modeller egemen olmuştu. Bu alışkanlık hâlâ devam ediyor. Amerikalılar kapaklı Motorola’larının yanına Palm Pilot’larını alıp mobil ofislerini bu şekilde oluşturduktan sonra imdatlarına son birkaç yılda BlackBerry yetişmiştir.
Dostlarım, arkadaşlarım ve iş hayatında yakın çalıştıklarım kullandığım mobil çözümler hakkında zaman zaman benden fikir aldıkları için son dönemde farkettiğim kadarıyla seçeneklerin artmasıyla karar süreçleri uzamaya başladı. Bugün birçok kişi tüm kayıtlarını mobil telefonları üzerinde tutuyor ve sahip oldukları bir bilgisayar ile bağlantıları mevcut değil. Bakıldığında bu yöntemden oldukça memnunlar ve diğer yöntem onlar için karmaşık geliyor. Bu tip kullanıcılar iletişim aracı olarak e-mail’den ziyade sms kullanıyorlar. Fotoğraf çekmek, video kaydı yapmak, MMS göndermek gibi multimedya özelliklere de rağbet etmiyorlar. Bu tip kullanıcılar için mobil telefon marka bağımlılığı da oldukça yüksek. Onlar farklı menülerle tanışmayı pek sevmiyorlar, o yüzden kullandıkları markanın yeni çıkan modelleri onların ilgisini çekiyor. Nokia bu konuda en çok tercih edilen ama Samsung’un benzer menüsü de Samsung’a ilgiyi arttırıyor.
Diğer tür kullanıcılar ise yarı-mobil olanlar. Onlar e-mail’lerini devamlı görmek, detaylı bilgi içeren adres defterlerine (ev, iş, mobil no.lar vs.ı) sahip olmak istiyorlar ve bütün bunları bir bilgisayar ile bağlantılı senkronize etmek istiyorlar. Bu tür kullanıcılar bir başka deyimle “arada” kullanıcılar. Yani hem cep telefonunun o muhteşem kullanım kolaylığından vazgeçemiyorlar (her şeyi tek elle halletmek, araba kullanırken çok daha rahat telefon araması yapabilmek), hem de “mobil ofis” uygulamalarından da vazgeçmek istemiyorlar. Bu tür kullanıcılar ağırlıklı “Symbian” işletim sistemini kullanan mobil telefonların müdavimi.
Üçüncü tür kullanıcılar e-maillerini anında görmek, onlara hemen cevap vermek istiyorlar. Kendileri için önemli olan birçok dosyayı (word, excel, power point, pdf, wav, vs) gelen e-mail ile beraber açmak, düzeltmek, hatta yanlarında taşımak istiyorlar. Onlar için gerçek mobil ofis anlayışı, gerçek olarak “mobil ofis” de budur. Fotoğraf çeken fakat düzenli olarak saklamayan bu kullanıcılar MMS de pek yollamıyorlar. Bu tür kullanıcılar için önlerinde 2 tane işletim sistemi/ürün grubu var: Microsoft Mobile kullanan PDA’ler ve BlackBerry.
Ben Microsoft Mobile kullanıcısıyım. Bu alışkanlığı edinmemdeki en önemli faktör, özellikle Word, Excel, PowerPoint vs tipi dökümanları hem mobil telefonumda saklamayı seviyorum, hem de yeni dökümanları mobil telefonumda hazırlıyabiliyorum. Şu an i-mate JASJAM kullanıyorum ve ilk kez bu model ile tek hareketle (jog-dial) telefon araması yapabiliyorum.
ABD’nin tartışmasız lideri BlackBerry şu an için Avrupa’da da GSM operatörleri tarafından daha çok tercih ediliyor. BlackBerry’nin mesajlaşma protokolleri mobil şebekeye özel tasarlandıklarından, örneğin, 5KB bir e-mail için Microsoft Direct Push (MSFP) 12,591 byte trafik yaratırken BlackBerry sadece 3,244 byte (4 kat daha az) ile aynı e-maili taşıyabiliyor. Bu durum şebeke operatörleri açısından daha az kapasite ile aynı servisi verme, kullanıcı açısından daha az maliyetle servisi kullanma avantajı getirmekte ve doğaldır ki kullanıcı daha az pil ömrü ile aynı mail trafiğini yönetebilmektedir. BlackBerry ile yeni tanışıp, hızlı adapte olamayan bir bölüm kullanıcılar da yanlarında mutlaka basit fonksiyonlu, tercihan küçük bir mobil telefonu da eksik edemiyorlar.
Yazımın başında iPhone’dan bahsettim. iPhone, mobil telefon, mesajlaşma (e-mail+sms), iPod, ve de fotoğraf makinesi/albümü özellikleriyle pazarda çok önemli bir testi de gerçekleştiriyor. Bu test sonucunda pazar daha net şekillenecek. ABD’de operatörlerin mobil telefonları ücretsiz verdikleri göz önüne alınırsa Apple’ın Cingular ile yaptığı işbirliğinin de başarılı olmaması durumunda MVNO (Mobil Sanal Operatör) olması bile gündeme gelebilir. Steve Jobs’ın yaptığı iPhone sunumunda Apple Computer ismini de artik Apple olarak kullanmaya başlaması tüketici elektroniği pazarında birçok değişikliğin de habercisi gibi.
Kulislerde çok konuşulan bir diğer gelişme de Google’ın Orange Telecom ile yaptığı görüşmeler. Gphone muhtemelen Orange işbirliği ve HTC grup tarafından üretilecek bir PDA olacak. Gphone’un Google’ın mobil işletim sistemi ve Gmail, Google Earth gibi servisleri mobil telefon üzerine indireceği ve internete daha hızlı bağlantı sağlayacak özelliklere sahip olacağı da söyleniliyor.
Apple ve Gphone’un başarılı olmaları durumunda tek üründe birçok özelliği taşıyan mobil telefonlar pazarı ele geçirecekler. Aksi taktirde özellikler dağılacak ve birden fazla ürün olarak ceplerimize ve gelişen giysi teknolojileri ile giysilerimize entegre olmaya başlayacaklar.
Forbes Mart 2007
Kategori: Forbes Yazıları -
April 2, 2007
Küresel Isınma
“Küresel
Isınma” ile “Çevreyi Mahvetme” konularını son dönemde iyice birbirine
karıştırdık. “Küresel Isınma” ile ilgili geçen ay bir TV programına, tüm
diğer akademisyen konukların yanında iş hayatından tek kişi ve bir
“Fütürist” olarak katıldım. Gördüm ki, özellikle Türkiye’de teorik hayat
ile gerçek hayat arasındaki bağlantının kopukluğu Üniversite-Sanayi
işbirliğinin önündeki en önemli engel.
O programda önerilerden biri “jiplerimizi satmak”tı. Şu anda Volkswagen Touareg kullanan Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso 2012 yılı itibariyle arabalardaki CO2 emisyonunun 120 gram/km’ye düşürülmesi gerektiği ile ilgili bir öneri yapmış. Kendi arabası 265 gram/km yaptığı için önce tabii ki kendisi eleştiriliyor. Bunu sağlamanın 2 yolu var: Biyodizel ve Biyoetanol. Yaygın olarak şeker kamışı, şeker pancarı ve mısırdan biyoetanol elde ederken, biyoetanolden elde edilen enerjinin yaklaşık %30′nu fosil yakıt yakarak harcamayı gerektirdiğinden, hala fosil yakıtlar karşısında yeterince rekabet edici değildir. ABD’nin tüm yakıt ihtiyacını mısırdan biyoetanol üreterek karşılaması için hektar başına alınan verimin 20 ton olacağı varsayımı ile yaklaşık 75 milyon hektarlık (Türkiyenin yüzölçümüne yakın) ekim gerekmektedir. Bu da 150 milyar USD lik bir yatırımla sağlanabilir. ABD yıllık 25 milyar ton civarında CO2 salımı gerçekleştirmektedir. ABD’de bu enerjiyi kullanacak araçların yıllık CO2 salımı 1.5 Milyar tondur. Yani tümüyle temiz yakıta dönülse bile elde edilecek kazanç sınırlıdır. Ama ABD neredeyse çıkardığı yeni bir ölçü birimi ile başka planlar yapıyor. Bu ölçü biriminin adı: Orta Doğu’dan gelen petrol yüzdesi. Yani ABD’nin hesabı bizlerden başka. Onlar Ortadoğu’dan daha az petrol almak istiyorlar. Bugünkü tüketim hızıyla 2010 yılında dünyadaki petrol tüketiminin günlük 90 milyon varil civarında olacağı gözüküyor, petrol tüketimini azaltacak tedbirlerle ancak 1.1 milyon varil daha az petrole gereksinim duyulacak. Likit kömür (360,000 varil/gün), çöp ve arıtma atığından enerji üretimi, (365,000 varil/gün), enerji tasarrufuna yönelik buluş ve çalışmalar (Hibrid ve elektrikli arabalar, evlerde yapılacak enerji tasarrufu çalışmaları ile 300,000 varil/gün) ve biyoetanol ile biyodizel üretimi (100,000 varil/gün) petrol tüketimini azaltıcı ürün ve oranlar olacağı tahmin edilmektedir. Yani alınacak önlemler ve geliştirilecek teknolojilerle önümüzdeki 5 yıl içinde petrol tüketimi ancak %1.2 azaltılıyor. ABD’de yılda 1.5 milyar ton CO2 emisyonunu, kullanılan araçlar gerçekleştirirken “Kömür Santralleri”nin yarattığı emisyon ise 2.5 milyar ton. Tüm dünyadaki “Kömür” kullanımı son 3 yılda önceki 23 yıldaki kadar arttı. Bunun %90 sorumlusu da Çin; Çin 2020′ye kadar bugünün 2 misli olacak olan enerji ihtiyacını karşılamak için her hafta 1 adet kömür santrali inşa ediyor. Bu açıdan baktığımızda Çin ve Hindistan (%8) “Global Isınma” için sorumlu tutulan CO2 sınırını en hızlı artıran maddelerin başında olan kömürün en büyük kullanıcıları. Önümüzdeki dönemde geliştirilecek teknolojiler arasında en ilginç olanlar kömürün daha verimli ve çevreci kullanımına yönelik olanlar olacak. Gerek Kyoto Protokolü ile gerekse insanları bilinçlendirme yoluyla CO2 emisyonlarının azaltılması için çalışmalar yapılıyor olsa da, bunu durdurmak ve geriye çekmek mümkün olmayacaktır. Fakat Kyoto Protokolü’nü imzalamak ile çevreye verilen zarar en aza indirilmeye çalışılırken aynı zamanda bundan gelir elde etmek de mümkün olacaktır. Protokolün kabul edildiği 1997′de Türkiye bu sözleşmeye taraf olmadığından bir salım azaltması ya da sınırlaması getirilmemiş olmasına rağmen, bu protokolü imzalaması durumunda koşulları doğru belirleyerek emisyon ticareti yaparak kârlı çıkabilir. Tabii ki bu süreçte öncelikli hedef hızla artan emisyon değerini düşürmek olurken, 2010′lu yıllarda enerji arzı sorunu yaşayacak olan Türkiye’nin sanayisi ve henüz gelişmekte olan ekonomisi üzerinde oluşacak risk de gözden kaçırılmamalıdır.Türkiye hem çevre dostu Nükleer enerjiyi hem de çevre dostu olmayan Kömür enejisini elektrik üretiminde çeşitlendirme yapmak için kullanmak durumunda kalacak. Güneşin 13.6 milyon Kelvin olan sıcaklığı 100,000 yıllık periodlarla sıfırlanmaktadır. Bunlar aynı zamanda dünyada meydana gelen buzul çağlarının da periodlarıdır. Yani dünya 100,000 yıl boyunca ısınmakta, buzlar erimekte ve sonra da tekrar buzul çağa geri dönmektedir. Bizim CO2 ve Metan salımlarını azaltarak bunu engelleme şansımız yok. Ama karıştırdığımız bir şey var: Biz yaşadığımız çevreyi mahvediyoruz ve kirletiyoruz. Aslında Al Gore’un desteklediği “An Inconvenient Truth” filminde gördüğümüz gerçek, çevreye verdiğimiz hasardı. Bizlerin öncelikle çevre bilincimizi geliştirmemiz gerekiyor. Bu dönem Demokratlar ABD Başkanı çıkarırlar, çevreci Hillary Clinton şu an Demokrat aday Barack Omaha ile başa baş götürdüğü yarışı kazanır ve yanına da Barack Omaha yerine Al Gore’u başkan Yardımcısı olarak alırsa, ilerleyen günlerde belki daha çevreci bir ABD ile karşılaşabiliriz. Forbes Nisan 2007
Kategori: Forbes Yazıları -
April 30, 2007
|
Orta Sınıf Gerçeği
Son
yıllarda, tüm garipliğine karşın, Avrupa’da ve Amerika’da hızla büyüyen
bir ekonomik iyileşme var. Ne 11 Eylül 2001 sonrası etkiler, ne de
petrol fiyatlarının üçe katlanması son beş yılda dünya ekonomisinin
bilinen ekonomi tarihi boyunca hiçbir beş yıllık dönemde olmadığı kadar
hızlı büyümesini engelleyememiştir. Bu performans ve dünya piyasalarında
yükselen iyimser manzaraya bakarak piyasa sistemi ve küresel
bütünleşmeye karşı büyük bir heves içerisinde olmamız gereken bir
dönemde yaşadığımızı düşünebiliriz.
Son birkaç yıldır tüm dünyada ve özellikle Amerika’da orta sınıfın durumu ile ilgili hızlı büyüyen bir kaygı var. Ancak bu kaygı artan düş kırıklığıyla ilgili. Bu düş kırıklığının sebebi tüm dünyada orta sınıfın günümüzdeki ekonomik büyüme sürecinin faydalarını paylaşamamasıdır.
Dünyada iki grup küreselleşme ve teknolojik değişimden doğru yerde ve doğru zamanda faydalanabildi. İlk grup gelir düzeyi küresel sistemle bağlantı kurmayı başarabilen düşük ülkelerdir: Örneğin Asya ve özellikle de Çin. Düşük ücret, teknolojinin yayılması ve küresel ürünlere ve finans piyasalarına ulaşabilmelerinin oluşturduğu birleşim, ekonomik bir patlamayı tetikledi.
İngiltere ve Kıta Avrupa’sında bir sebepten dolayı Endüstri Devrimi olarak adlandırılan 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başı arasındaki dönemi unutmamak gerekiyor. İnsanlık tarihinde ilk kez bir kuşağın yaşam standardı bir öncekine göre dikkat çekecek düzeyde daha iyi olmuştur; Bir insan ömrüne sığacak bir sürede kişi başına düşen gerçek milli gelir ikiye katlanmış, ardından tekrar ikiye katlanmıştır. Son 30 yılda Çin’deki büyüme oranına bakarsak yaşam standardı bir insan ömrüne sığacak bir sürede yüz kat büyüme yarattığını görürüz.
İkinci grup ise: zaten servet sahibi olanlar altın bir çağa girmiştir. Kıt malları elinde tutanlar olağanüstü bir yükselme yaşamıştır. Kendi işletmeleri olan kişiler küreselleşmenin daha ucuza işçi çalıştırma avantajından faydalanmış ve daha büyük pazarlarda satış yapmaya başlayarak gelirlerini her zamankinden daha hızlı bir şekilde arttırabilmişlerdir. Aslında finans sektöründekiler küreselleşmeyle birlikte servetlerini yeniden değerlendirecekleri bir pozisyona gelmiş ve daha da zenginleşmişlerdir.
İlerleyen geleneğin en iyi kısmı piyasa ekonomisine karşı çıkmamış ve doğal bir süreç olarak meydana getirdiği sonuçları daha da geliştirmiş olmasıdır. Serbest, küreselleşmiş, teknolojik olarak karmaşık hale gelmiş kapitalizmin ekonomik mantığı, dünyadaki en zengin kesime ve en fakir kesimin bir kısmına daha fazla servet sağlarken orta sınıfı giderek daha kötü duruma getirmektir.
Orta sınıfın yaşadığı tüm bu zorluklara rağmen Amerika’da Standard & Poor’un 500 endeksindeki şirketlerde son dört yıldaki enflasyon oranı dikkate alındığında bile hisse başına düşen kâr yıllık yüzde 10′un üzerinde artış göstermiştir. Buna paralel olarak sadece ülke içerisinde elde edilen kazançlardan oluşan ABD milli gelir hesapları şirket kârlarının gayri safi yurtiçi hâsıladaki payının son iki kuşaktaki en yüksek seviyeye ulaştığını ve hala da yükselmeye devam ettiğini göstermektedir. Büyük şirketlerin en ileri teknoloji ve ucuz iş gücü ile karlılığı tavan yaparken sıradan, orta sınıf işçiler ve onların işverenleri hiç hesaba katılmadı. Orta sınıf ailelerin gelirlerinin ABD’deki büyüme oranının çok gerisinde kalmasının, Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşmasının (NAFTA) imzalanmasından dolayı Meksika’daki ortalama bir ailenin gelirinin 13 yıl boyunca neredeyse hiç artmamasının ve doğal kaynakları olmayan orta gelir düzeyinde ülkelerin bir nispi avantaj alanı bulmak için mücadele etmesinin asıl nedeni budur.
ABD de politikacılar son yıllarda kendi ekonomilerinin düşük işsizlik ve düşük enflasyon oranı kombinasyonunu yakalayabilmesini sağlayan şeyin globalleşme olduğunu (yani açık piyasa olmadan ürün fiyatlarının çok daha hızlı artacağını, orta sınıf ailelerin yaşam standardının da daha kötüye gideceğini) unutmaktadır.
Artık ABD ve Avrupa da orta sınıfın sahip olduğu birçok iş dış kaynak kullanımı ile gelişmekte olan ülkelere kaymaktadır. Özellikle İngilizce eğitimi güçlü olan Hindistan gibi ülkeler, gelişen iletişim teknolojileri sayesinde, telefon ile müşteri ilişkilerini on binlerce kilometre uzaktan ABD’deki şirket müşterilerine veriyorlar. Avrupa’daki yazılım veya elektronik şirketlerinin AR-GE faaliyetlerini çok büyük bir oranda Avrupa Birliğine yeni üye olan ülkelere veya grup dışı ülkelere taşıması orta sınıfı oldukça yaraladı ve bu kanama uzun süre dinmeyecek gibi gözüküyor. Daha önce düşük vergi vaatleriyle büyük şirketleri çeken İsviçre bile artan maliyetlerden dolayı bu şirketleri artık tutamaz hale gelmeye başladı. Yıllardır İsviçre de bulunan Philip Morris’in bundan sonraki merkezi neresi olacağı artık tartışılır hale geldi.
John Kenneth Galbraith, “büyük liderlerin hepsinin ortak bir özelliği vardır o da dönemlerindeki insanların ciddi kaygılarına net bir biçimde karşı çıkmış olmalarıdır. Liderliğin özü bundan başka bir şey değildir” derken çok haklıydı. Kaygılı orta sınıfın ihtiyaçlarının karşılanması çağımızın en büyük ekonomik sorunudur. Avrupalı liderler “Büyük Avrupa Birliği” rüyası ile çıkarlarını çarpıştırırken bu yolda fazla ilerleyemediği belli oluyor.
Biz Türkler olarak bir fırsatın eşiğindeyiz. Yıllar sonra hızla yükselen Zara ve H&M gibi orta sınıfın vazgeçilmez markalarının başarı hikâyelerinin arkasında yatan gerçeği çok iyi yorumlayabilirsek, güç yitiren Konfeksiyon sektörümüzü devrim yaratabilecek bir noktaya taşıyabiliriz.
Forbes Mayıs 2007
Son birkaç yıldır tüm dünyada ve özellikle Amerika’da orta sınıfın durumu ile ilgili hızlı büyüyen bir kaygı var. Ancak bu kaygı artan düş kırıklığıyla ilgili. Bu düş kırıklığının sebebi tüm dünyada orta sınıfın günümüzdeki ekonomik büyüme sürecinin faydalarını paylaşamamasıdır.
Dünyada iki grup küreselleşme ve teknolojik değişimden doğru yerde ve doğru zamanda faydalanabildi. İlk grup gelir düzeyi küresel sistemle bağlantı kurmayı başarabilen düşük ülkelerdir: Örneğin Asya ve özellikle de Çin. Düşük ücret, teknolojinin yayılması ve küresel ürünlere ve finans piyasalarına ulaşabilmelerinin oluşturduğu birleşim, ekonomik bir patlamayı tetikledi.
İngiltere ve Kıta Avrupa’sında bir sebepten dolayı Endüstri Devrimi olarak adlandırılan 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başı arasındaki dönemi unutmamak gerekiyor. İnsanlık tarihinde ilk kez bir kuşağın yaşam standardı bir öncekine göre dikkat çekecek düzeyde daha iyi olmuştur; Bir insan ömrüne sığacak bir sürede kişi başına düşen gerçek milli gelir ikiye katlanmış, ardından tekrar ikiye katlanmıştır. Son 30 yılda Çin’deki büyüme oranına bakarsak yaşam standardı bir insan ömrüne sığacak bir sürede yüz kat büyüme yarattığını görürüz.
İkinci grup ise: zaten servet sahibi olanlar altın bir çağa girmiştir. Kıt malları elinde tutanlar olağanüstü bir yükselme yaşamıştır. Kendi işletmeleri olan kişiler küreselleşmenin daha ucuza işçi çalıştırma avantajından faydalanmış ve daha büyük pazarlarda satış yapmaya başlayarak gelirlerini her zamankinden daha hızlı bir şekilde arttırabilmişlerdir. Aslında finans sektöründekiler küreselleşmeyle birlikte servetlerini yeniden değerlendirecekleri bir pozisyona gelmiş ve daha da zenginleşmişlerdir.
İlerleyen geleneğin en iyi kısmı piyasa ekonomisine karşı çıkmamış ve doğal bir süreç olarak meydana getirdiği sonuçları daha da geliştirmiş olmasıdır. Serbest, küreselleşmiş, teknolojik olarak karmaşık hale gelmiş kapitalizmin ekonomik mantığı, dünyadaki en zengin kesime ve en fakir kesimin bir kısmına daha fazla servet sağlarken orta sınıfı giderek daha kötü duruma getirmektir.
Orta sınıfın yaşadığı tüm bu zorluklara rağmen Amerika’da Standard & Poor’un 500 endeksindeki şirketlerde son dört yıldaki enflasyon oranı dikkate alındığında bile hisse başına düşen kâr yıllık yüzde 10′un üzerinde artış göstermiştir. Buna paralel olarak sadece ülke içerisinde elde edilen kazançlardan oluşan ABD milli gelir hesapları şirket kârlarının gayri safi yurtiçi hâsıladaki payının son iki kuşaktaki en yüksek seviyeye ulaştığını ve hala da yükselmeye devam ettiğini göstermektedir. Büyük şirketlerin en ileri teknoloji ve ucuz iş gücü ile karlılığı tavan yaparken sıradan, orta sınıf işçiler ve onların işverenleri hiç hesaba katılmadı. Orta sınıf ailelerin gelirlerinin ABD’deki büyüme oranının çok gerisinde kalmasının, Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşmasının (NAFTA) imzalanmasından dolayı Meksika’daki ortalama bir ailenin gelirinin 13 yıl boyunca neredeyse hiç artmamasının ve doğal kaynakları olmayan orta gelir düzeyinde ülkelerin bir nispi avantaj alanı bulmak için mücadele etmesinin asıl nedeni budur.
ABD de politikacılar son yıllarda kendi ekonomilerinin düşük işsizlik ve düşük enflasyon oranı kombinasyonunu yakalayabilmesini sağlayan şeyin globalleşme olduğunu (yani açık piyasa olmadan ürün fiyatlarının çok daha hızlı artacağını, orta sınıf ailelerin yaşam standardının da daha kötüye gideceğini) unutmaktadır.
Artık ABD ve Avrupa da orta sınıfın sahip olduğu birçok iş dış kaynak kullanımı ile gelişmekte olan ülkelere kaymaktadır. Özellikle İngilizce eğitimi güçlü olan Hindistan gibi ülkeler, gelişen iletişim teknolojileri sayesinde, telefon ile müşteri ilişkilerini on binlerce kilometre uzaktan ABD’deki şirket müşterilerine veriyorlar. Avrupa’daki yazılım veya elektronik şirketlerinin AR-GE faaliyetlerini çok büyük bir oranda Avrupa Birliğine yeni üye olan ülkelere veya grup dışı ülkelere taşıması orta sınıfı oldukça yaraladı ve bu kanama uzun süre dinmeyecek gibi gözüküyor. Daha önce düşük vergi vaatleriyle büyük şirketleri çeken İsviçre bile artan maliyetlerden dolayı bu şirketleri artık tutamaz hale gelmeye başladı. Yıllardır İsviçre de bulunan Philip Morris’in bundan sonraki merkezi neresi olacağı artık tartışılır hale geldi.
John Kenneth Galbraith, “büyük liderlerin hepsinin ortak bir özelliği vardır o da dönemlerindeki insanların ciddi kaygılarına net bir biçimde karşı çıkmış olmalarıdır. Liderliğin özü bundan başka bir şey değildir” derken çok haklıydı. Kaygılı orta sınıfın ihtiyaçlarının karşılanması çağımızın en büyük ekonomik sorunudur. Avrupalı liderler “Büyük Avrupa Birliği” rüyası ile çıkarlarını çarpıştırırken bu yolda fazla ilerleyemediği belli oluyor.
Biz Türkler olarak bir fırsatın eşiğindeyiz. Yıllar sonra hızla yükselen Zara ve H&M gibi orta sınıfın vazgeçilmez markalarının başarı hikâyelerinin arkasında yatan gerçeği çok iyi yorumlayabilirsek, güç yitiren Konfeksiyon sektörümüzü devrim yaratabilecek bir noktaya taşıyabiliriz.
Forbes Mayıs 2007
Kategori: Forbes Yazıları -
June 4, 2007
Büyüyen Su Sorunu
Dünyanın yer altı ve yer üstü
kaynaklarında var olan suyun sınırlı olduğu, insanların ve diğer
canlıların ihtiyacını sonsuza kadar karşılayamayacağı bir gerçek.
Aslında dünyamızın 2/3′ü suyla ile kaplı, ama biz bu suyun %0.08 den
daha az bir kısmını kullanabiliyoruz. Dünyadaki tatlı su kaynakları adil
bir şekilde dağıtılmamış, örneğin Japonya 1 ton buğday üretebilmek için
1000 ton su kullanırken, dünya üzerinde 1,5 milyar insan temiz içme
suyundan yoksun, üç milyar kişi de kanalizasyonsuz yaşıyor.
İçme suyu konusunda en sorunlu bölgelerin başında Güney Asya ve Sahra Çölü’nün güneyindeki ülkeler geliyor. Dünya Su Konseyi Başkanı Fauchon, şu andaki su kıtlığının, çoğunlukla alt yapı bozukluğu, bürokrasi, yetersiz kurumsallaşma, yolsuzluk, rüşvet ve kötü yönetimden kaynaklandığını söylüyor. Bunu yanında 1999 UNEP (United Nations Environment Program)’in 130 Ülkeden 2500 Bilim adamının katılımıyla oluşturduğu Hükümetlerarası İklim Değişikliği Uzmanlar Grubu’nun raporuna göre; Küresel Isınma nedeniyle 2030′a kadar 7 milyon insan ani su baskınları ile karşı karşıya kalabilir. Ayrıca Çin, ABD, Avusturalya, ve Avrupa büyük su sıkıntıları yaşayacak. Üstelik yerküre sıcaklığı bu hızla artmaya devam ederse Amazon Ormanları ve Alpler yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalacak. Zaten Küresel Isınma ve susuzluk zengin, fakir ayrımı yapmıyor. Hatta şöyle bir ironi söz konusu; Japonya ve İspanya gibi zengin ülkeler gelecekte daha fazla su fakirliği yaşayacaklar. Dünya Su Konseyi Başkanı Fauchon’ın yorumlarına ben de katılıyorum. Ülkelerin istikrarlı büyüyememesi insanları büyük şehirlere göçe zorluyor. Gittikçe büyüyen şehirler, etrafındaki su kaynaklarını planlanan hızdan daha hızlı tüketmeye başlıyor. Buna Türkiye’de olduğu gibi su havzalarının etrafını korumanın siyasi çıkarlara feda edilmesi de eklenince çözüm su kesintilerine yöneliyor. İstanbul örneğine bakarsak, tatlı su daha uzun mesafelerden gelmeye başlayacak. Uzun dönemde petrol ve doğal gaz boru hatları gibi su boru hatlarının da oluşması kaçınılmaz. Ben içme suyu temini konusunda genel anlamda ümitsiz değilim. Önceleri “Deniz Suyundan Tatlı Su Elde Etme” yöntemi doğadan gelen ve basit bir preparasyondan sonra (klorlama vs) içime hazır hale getirilen suya nazaran çok daha pahalıya mal oluyordu. Gelişen teknolojiler ve azalan maliyetler “Deniz Suyundan Tatlı Su Elde Etme”, İngilizce adıyla “Desalination” projelerini ucuzlatarak hızlandırdı. 1 Mart 2007′de NTV’de yayınlanan “Biri Bana Anlatsın” programında “Deniz Suyundan içme suyu elde edilmez, sadece kullanım suyu elde edilir” diyen hocama inat, ABD’nin California eyaletinde 10 tane Desalination fabrikası günde 10 Milyon litre deniz suyunu içme suyuna (Potable Water) çeviriyor. Yetmişli yıllarda 1 m³ içme suyu elde etmek için yaklaşık 9 kWh güç harcaniyordu. O yüzden, “Desalination” projeleri genelde petrol fiyatlarının ucuz (benzinle çalışan jenaratörlerle elektrik elde ediliyordu) ve içme suyunun az olduğu körfez ülkelerinde ağırlıklı olarak uygulandı. “Reverse Osmosis” denilen ve yüksek basınç ile çok küçük gözenekli bir mebran (yoğunlaştırılmış polimer filmler) içinden su geçirerek içme suyu elde yöntemi, her yıl geliştirilen yeni membranlar ile ucuzluyor. Son dönemde membranlarda nano seviyesinde gözeneklere inilerek verimlilik %50 arttı (yani elektrik üretimi %50 düştü) ve güç harcaması 1 m³ su için yaklaşık 3 kWh’a kadar düştü. 1 m³ içme suyu elde etmek için maliyetin %50′sini enerji, geri kalanı sistem yatırımı olduğunu düşünürsek, gerekli toplam maliyet 6 kWh civarında olmaktadır. Bu da Türkiye ‘nin bugünkü elektrik fiyatlarıyla 70 YKr civarındadır. Ayrıca yeni yöntemler özelikle “Yenilenebilir Enerji”, maliyetleri aşağıya çeken etkenlerin başında geliyor. Yani güneş enerjisi, dalga, git-gel ve boğaz akıntısı (İstanbul Boğazı bu iş için biçilmiş kaftandır) gibi enerji elde etme yöntemleri maliyetleri daha da düşürüyor. Bunun dışında özellikle Hidroelektrik Santraller hem hidrojen hem de içme suyu elde etme konusunda büyük bir avantaj getiriyor. Çünkü en düşük ücret tarifesinin olduğu 22:00-06:00 saatlerinde bu santrallerden yararlanmak mümkün. Bugün yağmurlar deniz suyunun da buharlaşması sonucu bize geri döndüğüne göre, teknolojik olarak korkulacak bir durum olmadığını görüyoruz. Ayrıca kişi başı kullanıma baktığımızda içme suyunun toplam su kullanımı içinde % 1-6′lık bir orana sahip olması ümidimi daha da arttırıyor. Artan güvenlik sorunlarının bir süre sonra içme sularını kullanım suyundan tümüyle ayırma zorunluluğunu getireceğini de göz ardı etmemek gerekiyor. Benim ümitsiz ve üzgün olduğum nokta bu faturanın gene fakir ülkelere kesilecek olması. Çünkü bu ülkeler yüksek maliyetli içme ve kullanım suyu elde etmeyi ve taşımayı finanse etmekte zorlanacaklar. Unutmayalım ki bu ülkelerin sahip oldukları sular da kirli. Bu konuda çalışmalar çok ucuz çözümlere dayanıyor. Örneğin P&G biraz da sosyal sorumluluk destekli “PUR” adını veridiği ürün ile kirli suları temizleyen kimyasallar üretiyor. Kirli su dolu 10 litrelik kovaya karıştırıldığında suyu temizleyen bu ürün 0.10 USD fiyatla satılıyor. Su kullanımıı insan haklarının temel unsurlarından biridir. Günde 30 litre su harcayarak yaşayabilirken (5 litresi yemek ve içmek, 25 litresi temizlenmek için), ABD vatandaşı günde 500 litre, Gambia vatandaşı ise 4.5 litre su harcıyor. Bu durum gelişen teknolojilere sırtımızı dayamamızın yanında, kendimizi ve çocuklarımızı tutumlu kullanım için eğitme ve denetleme zorunluluğunu da ayrıca ortaya koyuyor. Forbes Haziran 2007
Kategori: Forbes Yazıları -
July 1, 2007
|
Kaydol:
Yorumlar (Atom)








